16 Kasım 2011 Çarşamba

AFRİKA KITASI İKİYE BÖLÜNÜYOR


Afrika kıtası, Etiyopya’da oluşmaya başlayan devasa bir çatlakla ikiye bölünmeye başladı. Addis Adaba Üniversitesi uzmanları Etiyopya’nın Afar Üçgeni olarak bilinen bölgesinde bulunan 56 kilometre uzunluğunda ve 6 metre genişliğindeki çatlağın civarında araştırma yaparken yerin sarsılarak dibe çökmesine kendi gözleri ile tanık oldular.



Afar bölgesi altında bulunan üç tektonik tabaka, Afrika ve Arap tabakalarının ayrı yönlere sürüklenerek iki fay hattı oluşturmasına neden oldu. İki fay hattının ayrı yönlere ayrılması ile yer kabuğu yaklaşık 10 km içine çökmesine ve Kızıl Deniz ile Aden Körfezi için yer açılmasını sağladı. 2006 senesinde ortaya çıkan yarığın etrafındaki yer kabuğunun birbirinden ayrılması ilk olarak içi 2 bin futbol sahasını doldurmaya yetecek lav içeren 41 km uzunluğunda bir çatlak meydana getirmişti.






YENİ OKYANUS SİNYALLERİ

Arap Yarımadasının altını örten Arap Boynuzu bölgesinin kıvrımında bulunan çatlağın zamanla büyümesi ile bilim adamları, Afrika’nın Kızıl Deniz’in baskınına uğrayacağını ve zaman içerisinde yeni bir okyanus oluşabileceğini belirtiyor.

Oxford Üniversitesi uzmanları, Eylül 2005’te yaşanan depremlerden beri Afar Üçgeni’ndeki tektonik hareketlenmenin durmadığını söylerken, oluşan gediklerden yüzeye çıkan lavların derinliği 3 ile 5 km arasında değişen çukurlara dolduğunu belirtti. Bu şekilde devasa bir çöküntü halini alacak Afar’ın Kızıl Deniz ile birleşmesi, yeni bir okyanusun oluşma ihtimalini doğuruyor. 

KIZIL DENİZ'İN OLUŞUMUYLA BENZERLİK

Londra Üniversitesinin Eylül ayından beri yürüttüğü çalışmalarda ise yeni oluşan gediklerden sülfür kokularına karışmış, sıcaklığı 400 dereceyi bulan gaz ve dumanların yükseldiği tespit edildi.

Derinlikleri 30-40 metreyi, uzunlukları ise yüzlerce metre olan gediklerin bazılarında ise bazalt lav hareketleri, püskürmeler gözlemleniyor. Uzmanlar lavların kaynağının dünyanın yer kabuğunun altından gelen erimiş kayalar olduğunu ve Afrika kıtasının içinden bir meşale gibi aktığını açıkladılar.

Dünyanın çekirdeğinden yer kabuğunun üzerine ilk lav püskürmesi 30 milyon yıl önce yaşanmış ve benzer bir süreç sonucu Afrika ile Arap yarımadası ayrılarak Kızıl Deniz oluşmuştu.

Afar Üçgeni şu an için çevresini örten doğal yükseltiler sayesinde Kızıl Deniz’in gazabından kurtulurken, bilim adamları bu durumun fazla sürmeyeceğinden endişeliler. 

ATLANTİS VE KAFKASYA


Atlantis insanlık tarihinin en büyük muammasıdır
Efsane şöyle baslar; zamanımızdan 11.500 yıl kadar önce genellikle bir çoklarının Atlas Okyanusunda olduğunu iddia ettikleri bir kıta varmış. Bu ülke insanlığın, özellikle beyaz-Ari ırkın doğduğu ve çok üstün bir uygarlığa yükseldiği bir adaymış. Büyüklüğü Libya ye Asya (Anadolu)’nın toplam alanından daha genişmiş. Burada Güneş’e tapan bir dini ve teknolojide çok gelişmiş bir ilmi benimsemiş, çok yüksek kültüre sahip ve çok uygar bir millet yaşarmış. Atlantisliler, Avrupa, Akdeniz, Karadeniz, Hazar Denizi ve Orta Amerika kıyılarına yaptıkları seferler ile ora halklarına bu uygarlıklarını aşılamış ve koloniler tesis etmişlerdi.

Sık sık meydana gelen depremlere ada halkı alışmışsa da gene epeyce zararlı. oluyordu. Bir gün çok şiddetli depremler sonucu, Atlantis adası tamamıyla sulara gömülerek yeryüzünden yok olur ve silinir gider.

Zamanımızdan 2400 yıl kadar evvel yaşamış olan eski Atinalı filozof-düşünür Eflatun (Plato) M.E.428-348

Atlantis efsanesini ilk yazan adamdır. Eflatuna göre, Atinalı Solon, M.Ö. 6ncı. yüzyılda yaşadı, devlet adamı, eski Mısır'ı ziyarete gittiğinde orada büyük itibar görür ve Sais Mabedi rahipleri ile görüşür. Bu  Mısır rahipleri Solon'a Yunan ve Mısır uygarlıklarının daha bir çocuk kadar genç olduklarını ve fakat asıl insanlığın altın devrinin kendi zamanlarından 9000 yıl evvel sulara gömülerek batan ve yok olan Atlantis uygarlığı olduğundan bahsederler. Solon hayret ve ilgi ile bu açıklamaları dinler ve ilk defa olarak bir batılı Atlantis’in varlığını efsane  şeklinde dahi olsa, öğrenmiş olur.

 Sonradan bu notlar ve bilgiler Eflatun tarafından diyaloglar adı altında kaleme alınır.

Birinci diyalog, Timaeus, ikinci diyalog, Critias, veya Atlantik’ dir. Eflatun bu iki yazıda Atlantis kıtasını ve gelişimini sonuca kadar detayları ile izah eder.Bir çok alime göre, Atlantis, Atlas Okyanusunda değil, fakat başka bir yerde idi. Örneğin, Akdeniz'de, veya Ege’de Tera adası, Afrika’da, Kuzey Denizinde, vs, bazı araştırmacılar ise bu muamma ülkenin Kafkasya'da olduğundan bahseder, bunlar Reginald A. Fessenden, Delisle de Sales, Hermann Wirth, gibi tarihçi ve araştırmacılardır. Atlantis kıtasının Kafkasya'da olduğu gerçekte ispatlanamayacağı ve mantığa aykırı olabileceği düşünülebilir, fakat gerçek olan bir şey vardır ki Kafkasya ile Atlantis arasında çok yakın bir ilişki saptanmıştır.

 Atlantis’ in sulara batışını izleyen büyük tufanın o zamanki bilinen dünyayı sular altında bırakmış olması da gerekirdi. Bu tufanda su yüzünde ancak yüksek dağların kalmış olabileceği de çok mümkündür. Avrupa'nın en yüksek dağları Pireneler, Alpler ve Kafkas dağlarıdır, ve bu civarda yaşayan insanlar en yakın kara olduğu için tufanda kurtulanlar arasında sayılabilir. Bu büyük felaketten kurtulabilen bir kısım Atlantisliler'in de böyle dağlık kara parçalarına sığınarak hayatlarını kurtarabilecekleri de akla gelen bir teoridir. Eflatun da bunu bu şekilde yansıtmıştır.

 Milletler devir, devir geçirdikleri gelişimleri ve uygarlıkları zamanla unuturlar.  Felaketler, tufanlar, depremler çok şeyi yok eder, kalan harabeler bir taş yığınıdır. Bir yüzyıl evveline kadar Mısır halkı hiyeroglifleri okumaktan ve geçmiş Mısır’ın üstün uygarlığının derecesinden habersiz yaşıyorlardı. İranlılar'ın Pers ve Darius hakkında hemen hemen hiçbir bilgileri yoktu. Sonraları arkeolojik araştırmalar sayesinde eski yazılarda deşifre olunca çok şeyler öğrenildi, ve bu milletlerin bugünkü hallerinden çok daha üstün bir uygarlığa sahip oldukları anlaşıldı. Yunanlılar ve  Romalılar da aynı sınıflandırmaya girebilir.

 Kafkasya’ya gelince konumuz dahiline giren, özellikle Kuzey-Kafkasya birçok efsane ve masallara konu olmuş, iklimi, geçmişi, coğrafyası ve tarihi ve insanları ile çok ilginç bir ülkedir. 

 Bu  özellikle Çerkezistan (veya Çerkezya) bölgesinde 19ncu yüzyıldan beri yapılan arkeolojik kazılarda çok ilginç ve kıymetli kral mezarları. ve katakomb kültürü ve uygarlığının kalıntıları keşfedilmiştir, (E. Chantre) Maikop ve civarında. Gene sahilde Tuapse' den içerde Osetya’ya kadar olan bölgede  ki bu da eski Çerkezya mıntıkası olarak kabul edilir, Dolmen denilen yekpare taş yapıtlara rastlanmaktadır. Bunların birer mezar mı yoksa birer anıt mı oldukları henüz belirlenememiştir.

 Kafkasya hakkında iki çok şümullü eser yazmış olan ve bu ülkede Çarlık devrinde ve sonra bizzat geziler yapmış bulunan İngiliz John F. Baddeley, ikinci eserinde, Kuzey-Kafkasya’da görmüş olduğu “Devasa” harabelerden bahseder. Dünyada diğer bir eşinin ancak Güney Amerika'da,Bolivya'da, 4000 metre yükseklikte Titicaca gölünün sahillerinde, “Tihuanaco” kalıntılarında görüldüğü bu “Devasa" harabelerin nasıl bu yüksek yerlerde binlerce  yıl evvel, ne gibi aletlerle ve kimler tarafından yapıldığı muamması hala çözülmemiştir. Baddeley'in gördüğü harabeler Osetya mıntıkasında, Kaluat köy sırtlarında, Edisa adı ile anılır. Yazar bu kalıntıları yerli Prof. Melitset Bekof ile gezmiş ve hayran kalmıştır. Adına “Devler Kalesi denilen bu yapıtlar yüksek bir plato üzerine kurulmuş olup, birkaç dönümden fazla bir alanı kaplamakta idi. Volkanik olduğu iddia edilen ve yüzlerce ton ağırlığında kayalardan yapılmıştır. Dikdörtgen şeklinde olan duvarlarının kalınlığı yerine göre üç metreden fazladır. Taşlar yekpare bloklar olup kesilmiş veya yontulmuş değildir,sanki kalıptan çıkmışsa benzer, yüzlerce ton ağırlığındadır her bir taş. Herhangi bir çimento gibi madde ile yapıştırılmamış olup, gayet düzgün şekilde aralarında milimetrik bir açıklık olmadan birbirlerine uyum sağlamışlardır. Böylece bu görkemli yapıt insan üstü bir kalıntı. Görünümü  vermektedir. Baddeley’in sorusuna cevaben, Prof. Melitset Bekof, bunların Keltler'den kalma olabileceğini söyler, fakat Baddeley' e göre bu eserin Kafkas-Nart mitolojisine de dayanabileceği tasavvur edilebilir.

Bunun gibi daha birçok izah edilemeyen sırlara sahip olan Kafkasya'da geçmişte çok büyük bir uygarlığın bulunduğu ve orada yaşamış insanları etkilediği inkar edilemez.

Sonraları  halk evvelce değindiğimiz gibi bu büyük uygarlığı unutmuş basit bir pastoral hayat yaşamaya başlamıştır. Fakat en ilginç nokta  şudur: Kuzey-Kafkasya halkları, özellikle Çerkez dediğimiz, Adige’ler ilk çağlardan beri bu ülkenin otokton yerel ahalisini teşkil etmektedir Adigeler'in, Şhabze denilen yazılmamış ve fakat en küçük noktasına kadar uygulanan töre ve adetleri, yani bir nevi anayasaları. vardır. 19 uncu yüzyılda Avrupalılar'a kıyasla basit bir hayat ve toplum düzeni yaşayan bu Çerkezler' in arasına gelerek bin yıldan fazla yaşayan İngiliz araştırmacı ve seyyah James S.Bell, bu insanlar için; “Bütün gördüklerimin bana verdiği kanı şudur, genellikle Çerkezler, şimdiye kadar tanıdığım, işittiğim ve okuduğum milletlerin en kibar ve nazik olanıdırlar." diye yazmıştır.

Gene Çerkezleri 1818-1819 yıllarında ziyaret etmiş olan Şövalye Kont T.de Marigny, bu insanların arasındaki terbiye, büyüğe ve kadına saygı, boğazına, beline ve diline sahip olmada gösterdikleri irade ile misafirperverlik, fazilet ve inceliklerini uzun, uzun anlatır ve eğer ailevi vaziyeti müsait olsa idi, bu insanlar arasına yerleşip geri kalan hayatını orada yaşamak istediğinden bahseder.

Şimdi en mühim noktaya gelelim; yazılı bir kanunları,polisi, üniversitesi, yazılı bir edebiyatı ve maliye teşkilatı, para, altın ve diğer değerli kıymetlere dayanan bir ekonomik düzeni olmayan bu toplumun,ilkel, barbar bir kabile düzeni olması gerekirken; halkın birbirini yağmaya, sefahate, içkiye ve eğlenceye düşkün, korku ve dehşetin kol gezdiği bir düzende yaşaması icap ettiği şartlarda, aksine bu ilkel şartların mevcut olduğu bu toplumda, bin yıllık bir gelişmeden geçmiş bir İngiliz milletinin, veya diğer ileri milletlerin, tahsil, kanun ve devlet otoritesi ile gelişmiş niteliklerinin yerleşmiş ve geçerli olduğu görülmektedir. Bu ileri ülkelerde bu gibi töreleri ve terbiyeyi uygulamak için, yüzlerce yıllık tahsil ve eğitim ile devamlı,. tekamül eden kanunlar yapılır ve bunlar polis, asker vs., kuvvetlerle işleme sokulurken, Çerkezler'de tamamen doğal olarak uygulanmakta ve asırlardan beri devam edegelmekte idi. Rus işgaline kadar(1864) bağımsız Çerkezya'da yalnız misafir olmayan ve izinsiz ülkeye giren yabancılara karşı tecavüz,hırsızlık ve düşmanca hareket görülmüştür.

Çok eski devirlerde Araplar büyük tufandan önce var olan bir ada uygarlığından ve burada yaşamış olan AD diye bir kavimden bahsederler. Bu adanın deprem ve tufan sonucu battığını efsane ederler. Bu batan ada efsanesi Atlantis ile aynıdır. (Charles Berlitz,Mystery of Atlantis, 1976)

Sonraları tek tanrı dinleri ilk insana Adem demiştir. Acaba bu ilk insan değil de ilk kavim olmasın?

Çerkezler kendilerine, kendi lisanlarınca  ADIge derler. Bu da AD'dan gelen  anlamına gelebilir. Bir de ADemey adında bir Çerkez boyu vardır ki geçmişinin Adem’e dayandığını iddia eder. 

 Eflatun, Kritias adlı ikinci diyalogunda Atlantisliler'den ve adetlerinden bahsederken şunları yazıyor; “Törelerine ve adetlerine çok bağlı idiler. İlahlarına karşı saygılı idiler. Çünkü yüksek bir seciye ve ruh asaleti taşıyorlardı. Nezaket ve akıl onların hayatlarında ve karşılıklı ilişkilerinde en önemli yöntemleri idi. Ahlak en önem verdikleri kıymet idi. Dünyevi  şeyler ile o kadar ilgilenmezlerdi, mal, mülk, altın, servet onların alakadar oldukları mevzular değildi. Bunlara dünyevi bir yük olarak bakarlardı. Lüks ve sefahat onları. zehirlememişti. Servet onların iradelerini kırmamıştı. Aklı başında, ayık insanlardı. Bu dünyevi mal, mülk,servet ve sefahatin arkadaşlık, şeref ve karşılıklı saygılarını yitirebileceğinin tehlikesini kavramış, mütevazi insanlardı

 Eflatun’un Atlantisliler'in adetlerinden bahseden bu sözleri, şaşırtıcı bir benzerlikle, Kont de Marigny, E.Spencer, J. Sbell, J. A. Longworth ve D. Urquhart gibi Avrupalılar'ın Çerkezler hakkındaki anılarına benzemektedir. Bu iki kavmin töreleri ve adetleri  arasındaki benzerlik hayret vericidir. 

Bazı şüpheciler, Atlantis'in tamamen hayal ürünü olduğunu ve Eflatun’un ideal bir Atina yaratmak için bu ideal halk ve devlet fikirlerini Atlantis efsanesini yaratarak yaymak istediğinden bahsederler.Eğer bu iddia doğru ise, demek ki Eflatun’un kurmak istediği ideal Atina ve ideal toplum, binlerce yıl Çerkezya da gerçekleşmiş olmuyor mu ?

Avrupa'da Bronz devrinde etken olmuş bir Etrüsk uygarlığı vardı. Italya’nın Ligurya yöresinde gelişmiş olan Etrüsk uygarlığı sonraları Roma'lılar tarafından tasfiye edilmiş ve yok olmuştur. Bugüne dek çözülememiş  bir alfabeleri vardır. Silahları ve harp arabaları bronzdandı. Geriye çeşitli sanat eserleri bırakmış olan Etrüskler, Italya’ya, Anadolu'dan Lydia'dan geldikleri söylenir. Bu kavim Hititler'in bir kolu idi,Anadolu'ya yerleşmiş Kafkas asıllı bir ırk olduğu iddia edilir. Fransız dilbilimcisi, Georges Dumezil ise Çerkezlerin Ubıh boyu lehçesinin Hititçe ile aynı olduğunu kanıtlamıştır. Britanika Ansiklopedisi, açıkça Etrüsk lisanının Kafkas dilleri ile alakalı ve çok fonetik benzerlikleri olan bir dil olduğunu yazar. (Encyclopedia Brittanica, Etruscan Language). Birçok Avrupalı dilbilimci ve etnolojist ve araştırmacı da bu tezi savunmaktadırlar. 19. yüzyılda yaşamış Çerkez tarihçisi, Noguma Şura Bekmurzin, Etrüskler'in, Ligurlar'ın ve Pelasglar'ın Kafkas asıllı kavimler olduğunu iddia eder. Bu tezi savunanlar arasında son devrin araştırmacı ve yazarlarından Aytek Natımok ve Gunokue K. Özbay da vardır.

Eflatun ise Etrüskler'in yerleşim merkezi ve ülkesi olan Ligurya için özellikle Atlantis'in bir kolonisidir der. (C.Berlitz.Mystery of Atlantis).

Tarihçi Alexander Başmakof insanlığın geçmişinin esrarı hakkında şunu yazmıştır;  "Tarih öncesi (prehistorik) devirlere ait anahtarlar halen Kafkas ve Pirene (Bask) Dağları'nın yüksek vadilerinde yaşayan  kavimlerin elindedir."

Basklar, İspanya'nın Pirene Dağları ve Atlantik Okyanusu kıyıları ile Fransa hududu yakınlarında yaşayan Avrupa'nın en eski bir değişmemiş kavmidir. Basklar dürüstlükleri, enerjik tavırları, sadakatleri ile temayüz etmiş bir millet olup aynı zamanda hala büyü ve büyücülüğe inanırlar. Çok batıl itikatları vardır.

Lisanları Avrupa'nın hiçbir lisanına benzemediği gibi, çok eski devirlere. dayanmaktadır. Mağara devri günlerinin, Kro-Magnon insanlarının lisanını andırır bir kökten gelir. Mesela ‘tavan kelimesi mağaranın üstü manasına olup,’bıçak' kelimesi ise ‘kesici bir taş anlamına gelen bir cümleciktir. Bu milletin antikitesi, Atlantis hakkında bir kitap yazmış olan, yazar Spence'in Atlantis'ten göç edenlerin zaman zaman İspanya ve Fransa sahillerine yerleştiklerini bir nevi teyit eder gibidir.

Britanika Ansiklopedisi, Bask Lisanının, Kafkas lisansları ile alakalı ve aynı aileden olduğunu açıkça yazar.

Atlantis'in Esrarı, kitabında Charles Berlitz, Bask lisanı için Avrupa'nın çok eskilerden kalma bir yaşayan fosil lisanı diye bahseder, ­buzul çağından evvelki bir lisan yahut da daha doğrusu Atlantis lisanının günümüze kalmış tek temsilcisi, der.

Öyleyse, Kafkas lisanları - özellikle Çerkez, Abhaz Lehçeler de - bu temsilciliğe hak kazanmış olmaz mı ?

Bask'lar ırken ve lisanen Kafkasya’nın Abhaz-Abaza kavmine akrabadırlar (Tarihte Kafkasya) isimli kitabında Gen. I. Berkok, Bask’ların, Abask Abhaz, ırkı ile aynı soydan geldiklerini açıklayarak izah eder. Bunlara Kafkasya'da hala ‘Baskheg' diye hitap edildiğinden bahseder.

Böylece Atlantis efsanesi ile Etrüsk ve Bask'ların ilişkilerini açıkça ortaya koymuş olduk. Etrüsk ve Bask’ların da Kafkas, Çerkez-Adige ve Abhaz kavmi ile yakın ilişkileri de inkar edilmez bir tarihi gerçektir.

Çerkezler arasında en küçük köydeki en cahil bir ihtiyar kadından dahi duyabileceğiniz yaygın bir söyleşi vardır, birisine kızdıkları zaman şöyle derler, “Ta ham hitug ou vieh” manası, “Allah seni o batan adaya sürsün.” Kafkasya sahillerinde hiç ada yoktur ve bu söz çok eski bir deyiştir. Hatta dağ köylerinde denizden yüzlerce km. uzakta deniz görmemişler arasında da kullanılmakta idi.

Gene Çerkezlerde ihtiyar nineler ve dedeler, küçük çocuklara yüzlerce yıl evvel dahi 'uçan gemiler' ve 'yelkensiz vapurlar' ile ilgili masallar anlattıkları bir folklor gerçeğidir. (Circassian Star, No. l, vol. l, Nana, Nina)

Günümüzde Atlantis’in geçmişteki varlığı tam olarak kanıtlanmış değildir. Fakat birçok ilim adamı yüzlerce yazar, yıllardan beri bu konuda yüzlerce eser yazmışlar, tezler yürütmüşler ve iddialarda bulunmuşlardır. Bu konu ile alakalı filimler çevrilmiş ve konferanslar verilmiştir.

KUZEY KAFKAS HALKLARININ ETNOLOJİK ANALİZİ


Şurası üzüntü vericidir ki Kuzey Kafkasyalıların insanlığın yeryüzündeki serüveninde oynadıkları rolle, onların haklarında bilinenler arasındaki oran çok dengesizdir. 
Bu bölge ve bu bölgede yaşayan halklar hakkında bilinenler hala bir sürü açmaz ve çıkmazla gölgelenmiş durumdadır. Oysa hala Kuzey Kafkasya dünya gündeminin en önemli başlıkları arasındadır ve ileride de bu konumunu koruyacaktır.

Sadece siyasi gelişmelerdeki rolü ve belirleyiciliğiyle değil, her yönüyle günümüzdeki durumunu sağlıklı değerlendirmek ve doğru sonuçlara ulaşmak için irdelenmesi gereken kültürel, dini, antropolojik ve linguistik bilimler bakımından da bu bölge dünya bilimsel birikimi açısından en önemli kaynak alanlarından birisidir. Yazık ki bölgenin içinde bulunduğu siyasi çalkantılar yerli halkların dünya kültürüne olan sorumluluklarını yerine getirmesine engel olacak bir yapı sergilemektedir.

Kafkas halkları sahip oldukları bakir değerleri anlatmak ve dünya bilimsel envanterinde hakkı olan yere ulaşmak yerine değerlerini korumak için savaşmak veya başkalarının istediği savaşlarda taraf olmak zorunda bırakılmaktadırlar. 

Kuzey Kafkasya'nın kültürel tarihini aydınlatmak, dünyanın kültür tarihini aydınlatmak noktasında çok etkili bir çalışma olacaktır. Çünkü uygarlık beşiği olan bölgelerin geçiş noktasında, tarih boyunca göç yolları üzerinde hiçbir vakit durağan olmamış bir konumda bulunan Kuzey Kafkasya insanlığın yaşam sürecinde ne noktadan bakılırsa bakılsın belirleyici olan bir bölgedir. Bu durum dün olduğu gibi bu gün de böyledir ve yarının, eski dünya kıtasının kaderi üzerinde çok büyük bir değişiklik yapmayacağı kesin gibidir.

Bu bölgenin değerlerine ilişkin yapılacak bir yığın çalışmanın antropoloji, etnoloji, arkeoloji ve linguistik bilimlerini temel alması gerekir. Bu coğrafya bugün bünyesinde barındırdığı bir çok etnik grubu, dili ve kültürü bir çok noktada kaynaştırmıştır. Yaşayan halkların bugün farklı kimlikleri korumuş olmaları da etnik yapıları ve sosyal antropolojileriyle bağlantılıdır.

Bu bölgeden gelip geçen halklar bir rüzgar gibi gelip geçmemiş, bir sel gibi gelmiş, bir şeyler bırakmış ve bir şeyler alıp götürmüştür. Bu demografik hareketlenmeler bölge etnolojisinin şekillenmesinde birinci belirleyici rolü oynamıştır. Her bölge farklı etnik grupların farklı etkileriyle karşılaşmış, karışmış ve şekillenmiştir. Bu durum dili olduğu kadar etnolojiyi ve sosyal kimliği de farklı oranlarda değiştirmiştir. Yoksa ilk çağdan beri bölgede bu kadar farklı etnik grubun ve dilin bulunduğunu kabul etmek bilimsellikten uzak bir yaklaşım olur. Bu bağlamda tarihsel süreç incelendiğinde bölge etnolojisini belirleyen unsurlar olarak şu başlıklarla karşılaşırız.

1-Otokton Etnisite

Dağların kuzey yamaçlarında daha özgün olarak göze çarpan ve antropolojik özgünlük sergileyen beyaz ırka mensup insan gruplarıdır. Bu etnisitenin dili tamamen bağımsızdır ve ilkçağlarda tüm Avrasya'da etkili olmuş bir yada birkaç topluluktan oluşur. Anadolu'da Hititler, Avrupa'da Kelt, Bask, Alban ve Etruskler bu etnisitenin kalıntıları olabilir.

Kuzey Kafkasya mitolojisi ve dilleri bu döneme ait verilere ulaşabileceğimiz kısıtlı kaynaklardandır. Buna göre buzul çağı sonrası insanlığın en uzun ve en karanlık döneminde bu bölgede her şeyiyle özgün bir yapı oluşmuş ve sonrasında bu özgün yapı bölgede ortaya çıkan halkların da temel nüvesini teşkil etmiştir. 

Meot, Sind, Zikh, Pses, Kimmer ve benzeri halklar bu dönemin otokton halkları olmalı. Destanlar çağı olarak değerlendirebileceğimiz bu dönemde bölgede yaşayan halkları "Nartlar" olarak isimlendirebiliriz. Bu halkın konuştuğu dil bu gün bölgede yaşayan çoğu halkın dilinin temelini teşkil eden ve dilbilimciler tarafından farklı bir grupta değerlendirilen Kafkasya'ya özgü bir dildir. 

Bugün bölgede konuşulan bütün yerel dillerde bu dilin kalıntılarını bulmak mümkündür ki th, tl, phl, kh, gibi bölge insanının gırtlak yapısına mahsus sesler, yardımcı fiillerin kullanımı, erillik dişillik özellikleri, fiil çekimlerindeki matriks yapılanmalar gibi gramer özellikleri, thamade, nıse, ssı, nase, geşh, gibi bütün dillerde ortak olan özgün sözcükler bu çağlarda bölgede konuşulan bu özgün dilin kalıntılarıdır. 
Bu etnisite bugün Abhaz-Adiğe, Kartvel ve Nah dillerini konuşan halkların temelini oluştur.

2-İndogermen Etnisite

Avrupa halklarının antropolojik temelini teşkil eden bu etnisite Hindistan'dan Britanya'ya kadar uzanan coğrafyada etkili olmuş bir ırk ve dil grubunu kapsar. Hintliler ve İranlılar kendilerini ırksal açıdan Arian olarak adlandırırlar. Bu terim daha sonra beyaz ırka mensup Hint-Avrupai dil kullanan bütün halkların ortak adı oldu. Kuzey Kafkasya bu grubun iki yaşam alanının ortasında bulunduğu için Anadolu ile birlikte Arian halkların geçiş bölgesi olmuştur. Irandan Avrupa'ya geçen Arian unsurlar bu bölgede kalıcı izler bırakmışlardır ki Osetler, Talişler, Tatlar bu hareketlenmenin kalıntılarıdır. 

Özellikle tarih içinde Alanlar olarak adlandırılan Asetinler'in bölgedeki varlığı oldukça eskiye dayanmaktadır. Antik çağda tüm güney Rusya ve Kafkasya'yı kaplayan bölgede hakimiyetlerini hissettiren Alanlar Iskit-Sarmat diyalektlerinden birini konuşmaktaydılar ve Arian etnosuna mensuptular. Kuzey Kafkasya'da bir siyasi birliğin bu halk eliyle oluşturulmuş olması yerli etnisiteye tamamen kaynaşması sonucunu doğurmuştur. Bu etnisitenin varlığı Kuzey Kafkas dillerine Hint Avrupai sözcükler ve diğer kültür öğelerini sokmuştur. Bölgedeki bir çok coğrafi ad ve bazı mitolojik tanımlar onların yadigarıdır. Asya ve Avrupa'nın bütün eski halklarıyla akraba olan Alanlar iç Avrupa'ya yaptıkları akınlarla önemli göç dalgalarına neden olmuştur. Fransız dilbilimci Dumesil onlardan " Yüce Roma'yı aydınlatan Kafkas halkı" olarak bahseder. Hatta Nart destanlarının temel motiflerini ve tiplerini İndo-Germenik verilerle açıklamaya çalışır. Ona göre bu destanlarla Roma, İskandinav, Got söylenceleri arasındaki bağlar Alanların taşıdığı mitolojik öğelerden kaynaklanmaktaydı. 

Avrupa'yı baştan başa kat eden hatta Britanya'ya uzanan Alan halkının Kuzey Kafkasya'da kalanları yerli etnisite içinde erimiş, fakat önemli farklılıkları muhafaza ederek Asetin halkını oluşturmuştur. Bu etnisite Kafkas ırkı üzerinde oldukça belirgin etki yapmış, bir çok ırki özellik bakımından yerli halkları komşuları olan 

Hint Avrupalı kavimlerden ayrılmaz hale getirmiştir.
Kuzey Azerbaycan'daki Taliş halkının Kürtlerle birlikte dilde Arien özellikler taşıyan karma etnisiteler olduğu düşünülebilir. Bununla birlikte Talişler komşu Iran ve Ermeni halklarının baskın etkileri neticesinde yerli etnisite ile kaynaşamamış, daha çok Arien özelliklerini korumuştur.

3- Turani Etnisite

Bilindiği kadarıyla Kuzey Kafkasya M.Ö III. Yüzyıldan beri akın akın gelen iç Asyalı kavimlerin geçiş bölgesi üzerindedir. Bu akınların çoğu Kafkas Dağları eteklerinde erimiş ve dağılmıştır. Bölgeye yer yer kalıcı olmak niyetiyle yerleşen Asyalı Kavimler zamanla yerli etnisite arasında çözülmüş veya adacıklar halinde varlığını korumuştur. Bu dönemde yapılan Hun, Kuman, Peçenek, Kıpçak, Uz ve tatar akınları sonucunda dilde, antropolojide ve sosyal yapıda farklılaşmalar meydana gelmiştir. Ural Altay dil grubundan sözcükler Kafkas dillerine girmiştir. Asya'ya has çekik gözler, siyah düz saçlar, çıkık elmacık kemikleri antropolojik kalıntılar olarak yerleşmiştir. Üretim, silah ve giyim kuşam öğeleri alınmıştır. Asya mitolojileri ve inanç sistemleri yerli halka ait değerlere karışmıştır. Turani kavimlerden Kuzey Kafkasya'da tutunabilenler Karaçay, Balkar, Kumuk, Nogay gibi adlarla kabileler olarak varlığını sürdürmüştür fakat bu kavimlerin etnisiteleri yerli etnisite ile iç içe girerek dil haricinde erimiştir. Bir Karaçay'ı komşusu olan Kabardeyler'den ayırmak kolay değildir. Asyalı fizik özellikleri yerlilerden daha belirgin halde olmayan bu unsurlar kültür olarak da Kafkasya'nın diğer halklarından ayırt edilemez. 

Bununla birlikte asıl etki Kuzey Kafkasya'da siyasi birlik oluşturan Türk ve Tatar grupları eliyle gelmiştir. Museviliği kabul eden Hazar Hanlığı döneminde bölge dönemin güçlü uygarlıklarıyla ilişki kurmuş, ticaret dili Türkçe olmuş ve Türk yönetim tarzı olan toprağın kral çocukları arasında paylaştırılması geleneği her prensin yönetimi altındaki topraklarda farklı idareler kurması, kabilelerin yer yer kesin çizgilerle birbirinden ayrılması sonucunu doğurmuştur.

Bugün yerli halklar arasında bir çok aile ismi Turani isimlerdir ve farklı kabileler arsında aynı isime rastlanılır. Hazarlar döneminde Terek kıyılarını yurt tutan Kabar adlı Hun Macar topluluğunun nereye gittiği belirsizdir ama bu gün orada Kabardey adlı bir halkın varlığı kesindir. 
Kumuklar'ın Borağan ailesinin Kabardeyler'de Brağun, Çeçenler'de Barağan olarak korunması, bir çok yerli kabilede Akbaş, Tokmak, Karaçay, Duman, Tatar gibi Türkçe aile isimlerinin olması bu etnisitenin kalıntılarının günümüze kalmış olduğunu gösterir. Türk literatüründe Hun olarak adlandırılan Gun topluluğunun bu gün bir Çeçen taypı olarak Gunoy adıyla anılışı bu topraklarda hangi soydan insanların ne şekilde kaynaştığı, tam manasıyla eski dilde ifade edildiği üzere "neşvünüma" bulduğu gerçeğini gözler önüne serer.

4- Semitik Etnisite

Ortadoğu'daki Arap - İbrani halklarının mensup olduğu bu grup diğerleri kadar etkin olmamakla birlikte Kafkas halklarının yapısında izlerini barındırmaktadır. 

Bu etki daha çok dinen Museviliği benimsemiş fakat ırken İsrail oğlu olmayan Hazarlar döneminde yer etmiş olmalıdır. Bu çağlarda Orta doğudan ve İspanya'dan Musevi ailelerin Kafkasya'ya gelmiş olduklarını tarihi kayıtlardan öğreniyoruz. Cumartesi gününe Şabat denmesi, Karaim, Kohen, Cutki gibi aile adlarının hala korunuyor olması onlardan kalmış bazı izlerdir. 

Bugün Dağıstan'da yaşayan Tat halkının Hazar kalıntısı olma ihtimali yoktur çünkü konuşulan dil Turani değildir. Bununla birlikte söylenceye dayanan bir görüşe göre onların Asur kralı Nabukadnezar tarafından İsrail'den çıkarılıp dağlara sürülen İbraniler olduğu görüşü daha gerçekçi görünmektedir. İkinci Sami etkisi 7. yy da başlayan Arap akınlarıyla Kafkasya'ya girmiştir. Din tebliğinin bölgedeki halklarca kabul görmesi fakat şiddetli Hazar mukavemeti Arap akıncıların bu bölgede zorlanması sonucunu doğurmuştur. Arap orduları bu dağların güney yamaçlarında erimiş ve daha yukarıdaki Slav ve Turani topluluklara dinin ulaşması çok sonraki dönemlere kalmıştır. Bu çağlardan geriye kalan Dağıstan ve Çeçenistan bölgelerinde varlığını koruyan Arap isimleri, Arap aileleridir.

Çerkesler arasında hala Kurayş adını taşıyan bir aile vardır. Evliya Çelebi Çerkesler'in ve Arnavutlar'ın Moğol saldırılarından kaçmış Arapların torunları olduğunu yazar ve bazı aile isimlerini delil gösterir. Fakat bu iddianın bilimsel olmadığı ortadadır.

Bütün geçiş bölgeleri gibi bünyesinde bir çok zıtlığı, bir çok farklılığı ve bir çok özgünlüğü korur Kafkasya. Bu bölgenin şansı etekleri arasına aldığı her halkı özümseyip benimseyen geçit vermez dağlara sırtını dayamış olmasıdır.

İskender'in ordularını da Moğol akınlarını da Tatar saldırılarını da bu dağlar durdurmuş vadileri arasında eritmiş, sonra onları kendisinden bir parça yapmıştır. Bu nedenle Çerkes kimliğinin bir tek etnisiteye mal edilmesi doğru olmaz belki bu konuda söylenecek en doğru söz Çerkes kimliğini oluşturan tüm unsurların kendi özelliklerini kaybedip diğerleriyle birleşmek suretiyle öncekilerden hiç birine tam olarak benzemeyen ama bu coğrafyaya özgü, bu dağları yaşam alanı olarak seçmiş yeni bir etnisite ve farklı bir halklar topluluğu olduğunu dile getirmek olsa gerek.

http://www.kafkas.org.tr/analiz/kuzeykafkas_halklarinin_etnolojik_analizi_.html

ATLANTİS VE DEVLER


Buhari'nin naklettiği bir hadise göre Hz.Adem'in boyu 60 zira idi. Aynı rivayette insanların boylarının gittikçe kısaldığı da anlatılmaktadır. Bu rivayete göre Hz.Adem'in boyu 40 m. civarında idi.

Hz.Nuh tufandan önce 950 sene tebliğ görevini yürüttüğü Kuran'da açık bir şekilde ifade edilmektedir. Seylan adasında Müslümanların Adammala, "Adem Dağı" adını verdikleri, Portekizlilerin de "Picoli Adama" dedikleri çok meşhur bir dağ mevcuttur. İnsanoğlunun atasının cennetten "inişi" sırasında ilk defa buraya basmış olduğu rivayet edilir. Kocaman bir sağ ayak izi kayanın zirvesinde hep görülmektedir. Bu izin büyüklüğü için batılı bir seyyah, "Beş ayak üç parmak uzunluğunda ve iki ayak beş parmak ile iki ayak parmağı genişliğinde az derince bir çukur" demektedir. İslami rivayetlerde Hz.Adem'e atfedilen devasa boy ile orantılı olmuş olsa gerek. Çünkü bu rivayetlere göre Hz.Adem'in boyu o zaman o halde idi ki, başı göğe değiyor ve diğer ile denize basıyordu. Anadolu'da da birçok yerde dev mezarları bulunmaktadır.

İstanbul'da Beykoz'da Yuşa Tepesi'nde bulunan bir mezarda, Yuşa Hazretleri adlı bir evliyanın yattığına inanılmaktadır. Mezar, 17 metre uzunluğunda ve 4 metre genişliğindedir. Eğer açılıp incelenirse içinden dev bir iskeletin çıkması çok doğaldır. Kadadokya bölgesinde, yani Nevşehir, Kırşehir ve Göreme civarında bu tür dev evliya mezarları vardır. Ayrıca mitolojisinin devleri olan Titanları da unutmamak gerekir. M.Ö. 440'da yaşayan Empadokles Sicilya adasında devlerin yaşadığından söz eder. 14. yüzyılda yazar Boccacio, yine Sicilya'da bir mağarada bulunan 10 metrelik bir dev iskeletinden söz ediyordu. 1577'de İsviçre'de 6 m.'lik iskelet bulundu. Yine 1500'lerde Meksika fatihi Cortez, İspanya Kralı'na Meksika'dan getirdiği dev kemiklerini göstermişti.

Bir diğer kaşif, ünlü Macellan, 1520'de iki devle karşılaştı, başının onun beline geldiği söylüyordu. Keşifler çağında daha birçok ünlü gezgin, devlerden söz ettiler. 19702'lerde bir Alman bilim adamı 350000 yıl önce dev bir insan ırkının yaşadığını ve bilimsel açıdan bunun yakında kanıtlanacağını söylüyordu.

Grekler'de, İskandinavlar'da, Mayalar'da ve İnkalar'da ilk yaratılan ırkın, devler ırkı olduğuna ilişkin ortak bir inanç vardır. Meksika Toltekleri'nin kozmogonik inançlarında bir dizi depremden sonra nesilleri yeryüzünden silinmiş olan "Kinamet Devleri"nden söz edilmektedir. Kuzey Cermen efsanelerinden Eda'larda Niflheim(1) ve "Buzul Devlerinin" kuzeyde olduğu kabul edilir. Edalar'da, Hymir'in ataları olduğu, "Devler Soyu"nun Ases'ten (İskandinav iyilik tanrılarından) daha eski bir geçmişe sahip olarak görünmeleri ile Hindular'da Asura'lar ile Deva'lardan daha eski kabul edilmeleri arasında bir ilişkisellik vardır. Bir yoruma göre, "Devler" soyunun bir kadınla birleşmesinden, semavi Ases'in doğmasıyla yarı-tanrısal bir çağ başlamış ve bunlar "Devlerle" savaşa tutuşarak önce onları yenmişler, daha sonraları, savaşçı olmaktan ziyade barışçı olan kutsal soy Wanen'lerle birleşen "Devler" tarafından mağlup edilmişlerdi.

Devlerden söz eden önemli kaynaklardan biri de Tevrat'tır. Eski Ahidin "Tekvin" bölümünde, "Yeryüzünde Nefilim (Devler) vardı, bunlar eski zamandan (Atlantisliler) zorbalar, şöhretli adamlardı" denmektedir. Tevrat'ta ismi geçen Filistinli (Gittit'li) dev Golyat'ın boyu 2,74 m. idi. Golyat "Gath" isimli bir Filistin şehrinden geliyordu. Tevrat'ta Golyat'tan başka, Bashan kralı "Og"dan da söz edilir. Og'un boyu ise 3,96 m. idi. Og, bir devler ırkı olan "Rafait"lerin sonuncusu idi. Tevrat'taki referanslar onun "Rafa" kökenli bir grup dev'den biri olduğundan söz eder. Ammonit'ler bu halk'a "Zamzummim" diyorlardı ki, bu çabuk ve anlaşılmaz söz anlamındaydı. Gerçekten de devlerin konuşmaları diğer insanlar tarafından anlaşılmıyordu. Tevrat'taki "Rafait" kelimesi de ölüm, güçsüzlük ve ölümün çaresizliği anlamına gelmekteydi.

Olmek heykeli

Orta Amerika'da bir zamanlar yaşamış olan "Olmekler" de zenci devlerdi. Olmekler, diğer bir dev grubu olan "Tiwanakanlar" ile birlikte Peru'daki devasa yapılarda kullanılan köle devlerdi. Tevrat'ta Refait'lerden başka bir grup devden daha söz edilir ki, bunlar da "Anakim"lerdi.(2) Anakimler Rafait'ler gibi, Kenan ülkesinin dağlık ülkesinin dağlık bölgesinde yaşıyorlardı. Tevrat'taki ifadelerden anlaşıldığına göre, M.Ö. 1300 yıllarında devlerin nesli tükenmişti. Heredot, diyotorus Sicilus, Homeros, Pliny, Plutarch ve Philostratus gibi antik tarihçileri, çağlar önce ölmüş olan devlerden bazılarının iskeletlerini bizzat görmüş olduklarından söz etmişlerdi.

Anakim'lilerin "Axe" silahları görüyorsunuz. Bağdat müzesinde

Efsanevi Atlantisliler de kendi dördüncü alt ırklarının ortalarına doğru fiziki güzelliklerinin ve güçlerinin zirvesine ulaşmış olan "devler" idi. Tibetli Bilgilerin Dzyan kitabında "Atlantisliler kendi fizik bedenlerinin büyülüğünde olan 8m. boyunda dev heykeller inşa ettiler" diye yazmaktadır. Dzyan kitabının "Himalaya ötesi bölgede" ortaya çıktığı ileri sürülür. Bu önemli gizli öğreti, başlangıçtan beri var olan "Kadim Kelamı", yaratılış formülünü vermekte kalmazi beşeriyetin milyonlarca yıllık evrimini de belirli bölümlerden anlatır. Bu bölümler içerisinde "Devler ırkı"ndan da bahsedilmektedir. Dzyan kitabının, yaklaşık bir asır önce, Güney Tibet'te, Himalayalar'daki bir inziva yerinde, ünlü Rus medyum Madam Blavatsky tarafından gün ışığına çıkarıldığı iddia edilmektedir. M. Blavatsky "Gizli Öğreti" adını verdiği bu gizemci (Okült) öğretiye göre, dünyamızda muhtelif kök ırklar yaşamıştı. Okült öğretiye göre, "Round" denilen her büyük dünya devresinde 7 kök ırk yaşar ve her kök ırk da 7 alt ırka ayrılır. Şu anda 4. Round'da bulunmaktayız Madam Blavatsky'in "Kök Irklar" doktrini şöyle özetlenebilir.

1) İlk kök ırk, metafizik düzeyde, yani astral düzeyde varolmuştu.

2) İkinci kök, fiziksel bedenlere sahip olmamasına rağmen, Grönland'da fiziksel bir yurda sahiptiler.

3) Üçüncü kök ırkı Lemuryalılar, yani Lemurya kıtasında meskun olan insanlar oluşturuyorlardı. Lemura, bugünkü Hint Okyanusu ile Avustralya arasında bir yerde idi. İlk Lemuryalılar, bir çeşit maymuna benzeyen denizanaları idi ve daha sonra bunların alt ırklarından kahverengi derili ve 4,57 m. uzunluğunda dev insan ırk türemişti. Kötü yollara düşen Lemuryalılar, yüksek tanrılara yakardılar ve bunun sonucunda "Bilge Yılanlar" ve "Işık Ejderhaları" dünyaya geldiler.

Bunların neslinden gelen "İlahi Krallar" insanlara bilimi öğrettiler. Venüs'ten gelen bu "İlahi Krallar" Lemuryalılara ölümsüzlük ve kişisel reenkarasyonu öğrettiler. Ayrıca insanlara tarımı ve metalleri işlemesini de yine bu krallar öğretmişlerdi.

4) Dördüncü kök ırk, 70 milyon yıl önce, sürüngenler çağının sona ermesinden sonra ortaya çıkan Atlantislilerdi. İlk Atlantisli alt ırk olan Rmoahal'ler 3,66 m. uzunluğunda ve siyah derili devler idiler. Bunların soyundan gelenler Taş devrinin ünlü "Cro Magnon" insanını oluşturdular. İkinci Atlantisli alt ırk, Tluatlis, kırmızı derili bir halktı. Üçüncü Atlantisli alt ırk ise, üstün insan üstadları tarafından yönetilen Toltek'lerdi. Dördüncü alt ırk, Çobi çölünde büyük bir medeniyeti kuran savaşçı Asyalılardı. Bunların bazıları Meksika'ya giderek Aztek, Maya ve İnka kültürlerinin oluşmasında önemli bir rol oynadılar. Beşinci alt ırk Sami'lerdi. (Bugünkü Sami'lerle karıştırılmaması gerekir). Altıncı alt ırk Akatlı'lardı. Bask'lar Akatlı'ların uzak akrabaları idiler. Yedinci alt ırk, bugünkü Çinli'lerin ve Asya'ya göç eden yüksek bir kültür düzeyine sahip Turanlıların oluşturduğu Moğol ırkı idi.

5) Beşinci ve son kök Ayranlardı ve bunlar Sami'lerden türemişlerdi (Bugünkü Samiler değil!!). Aryanlşar göze çarpan entelektüel güçlere sahiptiler ve "İlahi Öğretmenlerin" rehberliğinde spiritüel bakımdan en gelişmiş olanları Asya'ya göç etmişlerdi. Atlantis'in tedrici batışı sırasında bütün alt ırklardan sağ kalanlar, dünyanın birçok bölgesine göç ederek kültürlerini de birlikte taşıdılar. Ayrıca bunların içlerinden seçilenler ise, kuzeyden göçederek Beşinci kök ırkı, yani Ayranları başlattılar. Ana Atlantis kıtası Miyosen devrinde yok olduktan sonra, bir zamanların büyük Atlantisinin Pitosen devrine ait kısımları da tedricen batmaya başladı. Bu sırada başka kıtalar yüzeye çıkmaya başlamıştı. Aryan ırkının Beşinci kök ırk ilk kez ortaya çıkışından, Eflatunun bahsettiği küçük Atlantis adasının sulara gömülüşüne kadar, Aryan ırkları, ilk dev insanların neslinden gelenlerle sürekli olarak savaştılar. Bu savaş, hemen hemen günümüzden 5000 yıl önce başlayan Kali Yuga (Son Adem ile başlatılan dönem)dan önce gelen çağın kapanışına kadar sürdü. Hindistan tarihinin ünlü Mahabbarata savaşı işte buydu.

Teozofi öğretisine göre, Atlantis ırkları ile bizler arasında ortak görüntüler mevcuttur. Mısır'ın 3. alt ırkı ile bizler arasında da benzerlikler mevcuttur. Bizler büyük eski ırkların yani Lemurya'nın, Atlantis'in ve tufan sonrası büyük ırkların Turan torunlarıyız. Yine Teozofi öğretisine göre, hızlandırılmış tekamül seyri şeması konik şekilde bir yay gibi, tabanda geniş, zirvede ise nokta haline gelen bir yay gibi çizilebilir. Tekamülümüz esnasında bizden önceki ırkların etkisi altındayız. Bunu şöyle açıklayabiliriz:

1) Hint ırkı gelecekteki 7. ırk (ruh-insanlar) ile kesişecektir.

2) İran ırkı gelecekteki 6. ırk (Seçilmişler-Tanrı Erleri) ile kesişecektir.

3) Mısır-Kalde ırkı, 5.ırk (Bizimki) ile kesişmektedir.

4) Grek-Latin ırkı, bizlerin, yani envölüsyon (düşüş) perdesini kapayıp 7. kök ırk nihayetinde gerçekleşecek olan dünyanın sona ermesinden önce evolüsyona (yükseliş, tekamül) kurtuluşa doğru tırmanmaya başlayacak olan 5. ırk'ın ilk güçte birlik döneminde etkili olmuştur.

Beşinci Kök Irk'ın sona ermekte oluşu ve envolüsyondan (düşüş) evolüsyona geçiş noktasına bulunmanın bir icabı olarak bizler, yani günümüz insanlığı tam bir gerileme içindeyiz. İçine dalmış olduğumuz şeytan kazanından bir diğer ırkın, yani 6. ırkın (Tanrı Erlerinin) mayası çıkacaktır.

"Altın Çağı" yaşayacak olan ırk bizler değil, 6. ırk'a mensup insanlar olacaktır. 20. yüzyıl insanının bedensel ve pisişik yapısı, ruhsal görüşe yeniden kavuşmasını engelleyecek derecede yoğundur. İşte bu yüzden 5. ırk büyük doğal afetlere maruz kalacak ve sonunda sarı ırkın istilasına uğrayacaktır ve her ırkın sonuna damgasını vuran tufan, bir kez daha dünyayı temizleyecektir. Bu, tüm toplulukların kutsal kitaplarında yazılıdır.

MAYA UYGARLIĞI 2012


Kehanetler: Yüzlerce yıl önce yok olan Maya Uygarlığı'nın tabletlerine göre dünya büyük bir tufandan sonra son çağına girecek. Maya takvimindeki yok oluş tarihi Marduk'la da örtüşüyor. Dünyanın beşinci değişimi bu yüzyılda. Tabletlerdeki Maya takvimi tufanların yaşandığı 4 çağdan sonra sonu yine tufanla bitecek 5'inci çağın 21'inci yüzyılda başladığına işaret ediyor. 


Mayalar kim di?:
Her şeyden önce Mayalar çok üstün seviyeli dinsel bilgilerle geldiler. Tek tanrı inancındaki eski "Mu Güneş Dini" ne bağlı bir topluluktular. Örneğin Mısır uygarlığı, Mu'dan sonra gelen ve Mu kadar gelişmemiş bir uygarlık olan Atlantis'in bir kolonisiydi. Öyle olmasına rağmen dönemin çok üstünde bir gelişim gösteren bir uygarlık olarak tarih sahnesine çıktılar. Mayalar o anlamda Mısır'dan hem çok daha üstün bilgiye ve daha eski bir geçmişe sahiplerdi. Çok gelişmiş dini sistemleri sayesinde geleceğe ait bazı bilgilere sahip olan Mayalar'ın geleceğe ait olan bilgileri ise geçmişe ait bilgiye sahip olmalarında yatıyordu. "Başlangıç nasılsa son da öyle olacaktır" diye çok eski ezoterik bir söz vardır. Çünkü bazı şeyler yeryüzünde periyodik olarak tekrar ediyor. İşte Mayalar'ı önemli kılan bu ezoterik (gizli öğreticilik) bilgi birikimine sahip olmalarıydı. Mayalar'a göre yeryüzünde meydana gelen en önemli değişimlerden biri de eksen açısıyla ilgiliydi. 

Günümüz bilimsel bulguları Mayalar'ın bu bilgisiyle tam anlamıyla örtüşmüş durumdadır.

Mayalar 2012 için 'zamanların sonu' diyor. Ancak bu yok oluş anlamında değil fiziksel bir değişim. İnsanoğlu dört kez geriledi ve artık değişim zamanı. Mayalar'a göre; 2012 yılı insanlığın yükselişinin başlangıcı olacak.

Maya Kehanetleri'ne göre 22 Aralık 2012 tarihi dünya için çok önemli.
Çünkü bu dönemde içinde yaşadığımız çağ sona ererek yeni bir çağ başlayacak. Büyük bir tufanla gelecek olan bu yeni çağın ipuçlarını ise bilim adamlarına göre iklimsel değişimler sayesinde şimdiden gözlemleyebiliyoruz. "Beşinci kutupsal kayma" olarak adlandırılan bu değişimde daha önceki değişimlerde olduğu gibi yine kutupların manyetik alanının değişmesiyle meydana geleceğini söyleyen Sınır Ötesi Yayınları'nın Genel Yayın Yönetmeni Ergun Candan, dünyadaki iklimlerin değişimini de buna bağlıyor. Candan, "Kutuplar yer veya açı değiştirdiğinde kutuplarda buzlar eriyor. Kaldı ki, küresel ısınma sonucu şu anda Kuzey Kutbu'ndaki buzullar zaten erimeye başlamış durumda. Mayalar'a göre de daha önce yaşanan dört çağda tıpkı bu şekilde sona erdi" diyor. 

Dünyanın en az dört kez kutupsal kayma (kuzey ve güney kutbu) yaşadığı bilimsel verilerle kanıtlandı.
En son Discovery kanalında dünyanın manyetik alanının belirli periyotlarla nasıl değiştiğini bilimsel çevreler açıkladı. Hatta bilgisayar ekranındaki üç boyutlu animasyonlarla gösterimi yapıldı. Şu anda dünyanın manyetik alanında muazzam bir değişim var. Bunun da en büyük nedeni güneşte meydana gelen değişimler. İlginç olan Mayalar bunu biliyordu. Konunun bir diğer yanı da Mayalar'ın bununla da yetinmeyip, gelecekte tüm insanlığı etkileyecek trajediyi bizlere şifreli bir şekilde duyurmuş olmalarıdır. Bu şifreye göre dünya için 2012 yılı çok önemli. 

Yani bu görüşe göre 2012 yılında dünya yok mu olacak?:
Mayalar 2012 için 'zamanların sonu' diyor. Fakat bu dünyanın top yekun yok oluşu değil, bir fiziksel değişim. Daha önce yaşanan sanki tufan gibi düşünebiliriz. Bu fiziksel değişimlerle birlikte ruhsal değişimler de birbirleriyle orantılı devam ediyor. Her bir büyük fiziksel değişimlerle birlikte insanlık ruhsal değişimde yaşıyor. Şu ana kadar insanlar aşağıya inişi yaşadı. Birincisinde biraz daha kabalaştı, ikincisinde biraz daha, üçüncüsünde biraz daha... Dördüncünün sonunda tam anlamıyla bir dip yaptı. Bu yüzden 2012'yi Mayalar insanlığın yeniden yukarı çıkışın yaşanacağı bir çağ olarak tanımlıyor. Hatta çeşitli dinler bundan Altın Çağ, vaat edilen cennet veya Nirvana gibi bahseder. 2012'nin önemi burada. Aşağıya inen insanlık tekrar yukarı çıkacaktır. Bunun da ilk basamağı 2012'dir diyor Mayalar. 

Bugüne kadar Mayalar'ın hangi kehanetleri yerini buldu?
Şu anda bilimsel olarak ispat edilen dünyanın dört kez kutup değişimi geçirdiği. Bugün bu durum ispatlanmış durumda. Günümüz insanları bunu yeni keşfetse de, Mayalar bunun farkındaydılar. Bu bile başlı başına önemli bir şey. Mayalar'la ilgili tüm bu bilgilere nasıl ulaşıldı?: Bütün bunlar dünyaca ünlü astro fizikçi Coterelli'nin bilgilerini bir BBC muhabiri Adrian Gilbert'in derlemesi sonucunda dünya kamuoyuna duyurdu. En önemli buluş da eski Maya kenti Palanque'deki Yazıt Tapınağı'nda buldukları mezar taşının kapağındaki şifreyi çözmeleriyle oldu. 

Şifre nasıl çözüldü?:
Simetriyle ilgili bilgileri çözerek çok önemli sonuçlara ulaştılar. Kapağın üzerindeki şerit motiflerini simetrik bir şekilde yan yana getirdiklerinde ortaya Jaguar ve bunun üzerinde de bir Yarasa sembolünün ortaya çıktığını gördüler. Mayalar'ın sakladıkları bu sembollerin bir anda belirmesi Cotterel'i şaşkına çevirmişti. Çünkü Mayalar'ın mitolojik yazıtlarında Jaguar beşinci yani bizim çağımızı, yarasa ise ölümü sembolize etmekteydi!... Kapağın üzerinde açık bir şekilde görülen "Güneş Haçı" nın üzerindeki ilikler ise Güneş'in manyetik iliklerini temsil etmekteydi. Bu da Mayalar'ın gizli mesajıydı. Yaşanacak trajedinin sebebi Güneş'te meydana gelecek olan manyetik değişimlerdir

Mayalar şaşırtıcı bir astronomi bilgisine sahip bir medeniyetti. Sadece Güneş, Ay ve Mars gibi bugün amatör gözlemcilerin dahi gözlemleyebildiği yakın cisimlerle değil, neredeyse bütün uzak yıldızları, yıldız gruplarını ve bunların hareketlerini gözlemlemişlerdi. Hatta bu gözlemleri sayesinde bir yılı bizim bugün süper bilgisayarlarla hesapladığımız süreden milyonda bir hata payı ile hesaplamışlardı. Zamanı ölçmede hassas hesaplara ulaşmak için döngülerden ve iki ayrı takvimden yararlanmışlardı. Bunların ilki, “kutsal takvim” olarak bilinen ve 20’şer günlük 13 aydan oluşan “Tzolkin” (Gün Sayımı) denen döngüdür. Bu döngü, 13 rakam ve 20 ismin oluşturduğu kombinasyonları içerir ve 260 günlük sürecin bitiş günü “13 Ahau”dur. “Haab” adını taşıyan bir ikinci takvim, bugün bizim kullandığımız güneş takviminin çok benzeridir ve yine 20’şer günlük 18 aydan oluşur. “Uinal” olarak adlandırılan bu 20 günlük ayların toplamı 360 gün yapar ve Maya zaman ölçümünde buna “tun” adı verilir. Normal güneş yılı için gerekli olan 5 artık gün, 5 tanrının adıyla “tun”a eklenir (aynı Mısır ve Sümer’de olduğu gibi!) Her iki döngünün gün sayıları ancak 52 güneş yılı sonra eşitlenir. Tzolkin ile Haab’ın bitişleri aynı güne denk gelir yani, Tzolkin’e göre 13 Ahau gününde, Haab da sona ermiştir. 

GÜN SAYISI İSMİ 
1 Kin
20 Uinal
360 Tun
7200 Katun
144000 Baktun

İşte Mayaların efsanevi “Long Count” yani “Uzun Sayım” dedikleri süreç, 13 Baktun'a eşittir (1.872.000 gün = 5125,36 güneş yılı) Maya tarihinde “başlangıcı” olarak belirlenmiş noktayı bilmezsek, yukarıdaki hesabı yapamayız. Bizim takvim sistemimize göre bu an, İsa'nın doğduğu varsayılan yıldır. Gregoryen takvimimizde biz bu yılı “0” olarak kabul eder ve öncesini, sonrasını buna göre hesaplarız. Mayalarda da bu tarihin başlangıcı 0.0.0.0.0 günü olmalıdır; yani herşeyin başlangıç noktası Arkeolojik bulgular ve Karbon-14 yöntemi yardımıyla yapım tarihi bizim takvimimize göre büyük bir kesinlikle belirlenen birkaç tapınakta (İzapa, Chichen Itza ve Monte Alban'da) Maya rahiplerinin, yapılış tarihini belgeleyen Uzun Sayım tarihleri de bulunmuş ve yanılma payıyla birlikte Milattan Önce 11 Ağustos 3114 tarihi 0.0.0.0.0 noktası olarak tespit eidlmiştir. Ve buna göre 13.0.0.0.0 tarihi 21 Aralık 2012 gününe denk gelmektedir. 

Maya takviminin 21 Aralık 2012'de bitmesinde ne var diye soruyor olabilirsiniz. Aslında bu tarih tespit edildikten sonra araştırmacılarında kafasına takılan soru buydu. Ve ilk akla gelende, astronomide bu kadar ileri bir toplumun bu tarihide bir astronomik oluşumla ilişkilendirmiş olma olasılığıydı. Bu yönde yapılan araştırmalar bu fikrin doğru olduğunu ortaya koydu. 
Bilindiği gibi 21 Aralık tarihi yılın en kısa günüdür. John Major Jenkins, 21 Aralık 2012'de gökyüzünde oluşan astronomik konumların, oldukça sıradışı birleşmelere işaret ediyor. Bunların en önemlisi, gezegenlerin ve Ay'ın üzerinde hareket ettiği, “Ekliptik” olarak adlandırdığımız “tutulum çemberi”nin, tam 21 Aralık günü Samanyolu'nun dünyadan görülen ekvatoral çizgisiyle kesişmesi. Bu kesişmenin, modern astronomik ölçümlere göre "galaksimizin merkezi” olduğu belirlenen noktada (süper karadeliklerden biri olduğu düşünülüyor.) gerçekleşmesi, bu tarihi daha da ilginç kılıyor. Ama daha ilginci, 21 Aralık günü Güneş'in de tam “gündönümü” sırasında bu noktayla aynı hizaya gelmesi. Astronomik deyişle “Gündönümü Güneşi”, Ekliptik ile Samanyolu kuşağının “galaksi merkezi” olduğu belirlenen noktayla aynı hizada kesiştiği koordinata yerleşiyor. Bu birleşim, Mayalara göre, “Güneşler” olarak adlandırdıkları devrelerin beşincisinin noktalandığı anı belirlemekte.Maya kozmogonisine göre, dünyanın geçmişi, 13 Baktun'luk (aşağı yukarı 5125 yıl) devrelerden oluşur ve bunların her birinin bitimi, dünya için radikal değişimler ve büyük yenilikler içerir. İçinde bulunduğumuz devre, Mayalara göre beşinci ve son devredir ve 13.0.0.0.0 tarihinde son bulacaktır. Bizim takvimimize göre sözü edilen bu tarih, 21 Aralık 2012'ye denk gelmektedir. 

Mayaların bugüne ilişkin öngörüleri,efsaneleri veya kehanetleri ise gerçekten çarpıcı. Buna geçmeden önce bir bilgiyi daha vermek gerekli. İçinde bulunduğumuz galaksi milyonlarca yıldıza sahip olmasına rağmen, galaksimizin merkezi olarak gösterilen nokta yıldız miktarının gayet seyrek olduğu bir nokta. Yaklaşık 25,800 yılda toplam 4 kere (dünyanın presession süresi) galaksi merkezimizle, 

" A door into the heart of space and time will open" , Zamanın ve uzayın kalbindeki kapı açılacak 
" The cosmos will be reborn or recreated " , Evren yeniden doğacak, yeniden yaratılacak 
" We will reach the Zero Point of the process - a moment of collective spiritual birth " , Döngünün sıfır noktasına erişeceğiz, toplu ruhsal doğuş anı 
“…our basic orientations will be inverted. On the level of human civilization, our basic assumptions and foundation values will be exposed, and we will have the opportunity to embrace values long since driven under the surface of our collective consciousness” 
Bizim basit doğamız ters yüz olacak. 

Aslında tek önemli tarih 21 Aralık değil 2012 yılı için. Mayaların astronomi birikimlerinde , Boğa takımyıldızındaki Pleiades grubunun ayrı bir önemi var. G Bu yıldız grubunun gökyüzünün tepe noktasından (“Zenith” noktası) geçişi, Mayalar için önemli bir olaydı ve genellikle Tzolkin ile Haab'ın son günlerinin çakıştığı 52 yıllık dönemin sonunda yaşandığı için de fazlasıyla önemsenirdi. Monte Alban'dan İzapa'ya dek birçok kentte, gökyüzünün tepe noktasını gözlemlemek için hizalanmış şaftlara sahip yapılar bulunmuştur. Bu gözlem noktalarında başını yukarı kaldırıp belli bir anda daracık şafttan gökyüzüne bakan gözlemci, yalnızca Zenith noktasını görürdü. Meksika'nın güneyinde, İzapa'nın bulunduğu paralel üzerinde Güneş – Pleiades buluşması, presesyon etkisinden bağımsız olarak her yıl, ilkbahar ekinoksundan 61 gün sonra gerçekleşir. Günümüzde bu tarih, Güneş'in Boğa Burcu'na girdiği 20 Mayıs tarihine denk gelmektedir. 

Bu buluşma Zenith'te gerçekleşirse? 
Mayıs 2000'deki gezegen dizilimini hatırlayacaksınız. Ama ondan çok daha önemli birşeyi çoğunluğumuz bilmiyoruz Mayalarca önemli olduğu yeterince vurgulanan gün, Güneş – Pleiades – Zenith buluşmasıdır ve bu astronomik olayın gerçekleşme tarihi de 20 Mayıs 2000'dir. Mayalar, 13 Baktun'un hemen öncesine denk gelen bu astronomik buluşmayı, bir sürecin başlangıcını işaretlemek için kullanmışlardı Ünlü Kukulkan piramidinin tepesinde, doğrudan Zenith'e yöneltilmiş, çıngıraklı yılan kuyruğu biçiminde bir sütun yer alır. Çıngıraklı yılanın kuyruğundaki “çıngırak” işaretleri, Maya kültüründe Pleiades'in simgesidir. Çıngırağın biraz aşağısında, “Ahau yüzü” olarak adlandırılan bir kabartma vardır ve bu da, Güneş'i simgelemektedir. Bir bütün olarak Kukulkan piramidinin tepesindeki şekil, Güneş – Pleiades – Zenith buluşmasına işaret etmektedir

BİLİM ADAMLARI VE BULUŞLARI


Albert Einstein (14 Mart 1879 - 18 Nisan 1955)

Albert Einstein (14 Mart 1879 - 18 Nisan 1955) , Alman asıllı fizikçi

20. yüzyılın en önemli kuramsal fizikçisi olarak nitelenebilir. Görelilik kuramını geliştirmiş, kuantum mekaniği, istatistiksel mekanik ve kozmoloji dallarına önemli katkılar sağlamıştır. Kuramsal fiziğine katkılarından ve fotoelektrik etki olayına getirdiği açıklamadan dolayı 1921 Nobel Fizik Ödülü'ne layık görülmüştür. (Nobel Ödülü'nün ve Nobel Komitesi'nin o zamanki ilkeleri doğrultusunda, bugün en önemli katkısı olarak nitelendirilen görecelik kuramı fazla kuramsal bulunmuş ve ödülde açıkça söz konusu edilmemiştir.)

Ulm'da doğdu. Çocukluğunu Münih'de geçirdi ve ilk öğrenimini burada yaptı. Lise öğrenimini 1894'te İsviçre'de tamamladı ve 1896'da Zürih Politeknik Enstitüsü'ne (ETH) girdi. Sonradan İsviçre vatandaşı oldu ve Sırp asıllı bir kız öğrenci ile evlendi. Sonra Bern'de federal patent dairesinde görev aldı. Bu görevden arta kalan zamanlarda çağdaş fizikte ortaya atılmaya başlanan problemler üzerinde düşünmek fırsatını buldu. Önce atomun yapısı ve Max Planck'ın kuvantum teorisi ile ilgilendi. Brown hareketine ihtimaller hesabını uygulayarak bunun teorisini kurdu ve Avogadro sayısının değerini hesaplayarak teorisini test etti. Kuvantum teorisinin önemini ilk anlayan fizikçilerden birisi oldu ve bunu ışıma enerjisine uyguladı. Bu da onun, ışık tanecikleri veya fotonlar hipotezini kurmasını sağladı. Bu yoldan fotoelektrik olayını açıklayabildi. Bu çalışmalarını açıklayan ve 1905 yılında "Annalen der Physik" dergisinde yayımlanan iki yazısından başka, üçüncü bir yazısı daha çıktı ve bu yazıda görecelik teorisinin temelini attı. Teorileri sert tartışmalara yol açtı. 1909'da Zürih Üniversitesi'nde öğretim görevlisi oldu. Prag'da bir yıl kaldıktan sonra, Zürih Politeknik Enstitüsü'nde profesör oldu. 1913'de Berlin Kaiser-Wilhelm Enstitüsünde ders verdi ve Prusya Bilimler akademisine üye seçildi. İsviçre vatandaşı olarak 1. Dünya Savaşı'nda tarafsız kaldı.

İkinci defa, bu kez akrabasi olan bir kadınla, evlendi; bu yirmi yıl içinde birçok özlü inceleme yazısı yayımladı ve bunlarda teorilerini geliştirdi. 1921'de Fizik Nobel Ödülü'nü kazandı.

Yabancı ülkelere bir çok gezi yapmakla birlikte 1933'e kadar Berlin'de yaşadı. Almanya'da yönetime gelen Nasyonal Sosyalist (Nazi) rejimin ırkçı tutumu dolayısıyla, pek çok Musevi asıllı bilim adamı gibi o da Almanya'dan ayrıldı. Paris'te College de France'ta ders verdi; burdan Belçika'ya oradan da İngiltere'ye geçti. Son olarak Amerika Birleşik Devletleri'ne giderek Princeton Üniversitesi kampüsünde etkinlik gösteren Institute for Advanced Study'de (İleri Araştırma Enstitüsü) profesör oldu. 1940 yılında Amerikan yurttaşlığına geçti. 1955'de Princeton'da öldü.

Fizik alanındaki çalışmaları modern bilimi büyük ölçüde etkiledi. Kendisi özellikle zaman ve uzay için düzenlenmiş bağlılık (izafiyet) teorisiyle tanındı. Bu teori üç bölüme ayrılır: Newton mekaniğinin yasalarını değiştiren ve kütle ile enerjinin eşdeğerli olduğunu öne süren sınırlı bağlılık (1905); eğrisel ve sonlu olarak düşünülen dört boyutlu bir evrene ait çekim teorisini veren genel bağlılık (1916); elektro-manyetizma ve yerçekimini aynı alanda birleştiren daha geniş kapsamlı teori denemeleri. İlk iki teorinin geçerliliği atom fiziği ve astronomi alanında yapılan deneylerle çok başarılı bir biçimde sınanmıştır; çağdaş fiziğin temel taşları arasında yer alırlar.Söylediği güzel bir söz vardır "Ben atomu iyi birşey için keşfettim,insanlar atomla birbirlerini öldürüyorlar"

Alfred Bernard Nobel,(21 Ekim 1833, Stockholm, İsveç – 10 Aralık 1896, San Remo, İtalya)

Alfred Bernhard Nobel (21 Ekim 1833, Stockholm, İsveç – 10 Aralık 1896, San Remo, İtalya), İsveçli kimyager ve mühendis, dinamit'in mucidi.

Nitrogliserin'i patlayıcı madde olarak kullanma yollarını araştırdı. 1863 yılında Stockholm'de az miktarda nitrogliserin yapmaya başladı. Birkaç ay süren araştırmaların sonunda bir patlama ile laboratuvar yıkıldı. Çalışmalarına devam eden Alfred Nobel 1865'te yeni bir fabrika kurdu, bir süre sonra ikinci fabrikasını da açtı. 1864 yılında araştırmalarının sonucunu aldı ve dinamit barutunu buldu. Araştırmalarına devam eden Nobel, 1877'de Balistit adını verdiği yeni bir çeşit barut tasarladı. 1879'da, Paris yakınlarındaki Servan'da bir laboratuvar kuran Nobel, buradaki çalışmaları sırasında dumansız barut adını verdiği ve eşit miktarlarda nitrogliserinle nitroselüloz karışımından oluşan, itici barutu buldu.

Birkaç yıl sonra kordit adlı patlayıcı madde konusunda İngiliz hükümeti aleyhine dava açtı, ancak davayı kaybetti. Bu dönemde Fransa'ya karşı kurulan bir ittifakta İtalya ile işbirliği yapan Nobel, aleyhindeki kampanyalar sonucunda Paris'i terk ederek İtalya'nın San Remo şehrine yerleşti, laboratuvarını da oraya taşıdı.

Nobel, San Remo'da 1896 yılında beyin kanaması sonucu öldü. Vasiyetinde, mirasının Nobel Ödüllerinin enstitüleştirilmesi yönünde kullanılmasını ve 33.200.000 kronunun her yıl insanlığa hizmette bulunanlara sunulmasını istemiştir.

Bu ödüller, fizik, kimya, tıp ya da fizyoloji, edebiyat ve barışa hizmet olmak üzere toplam beş dalda verilecekti. Nobel'in bu vasiyeti önceleri büyük tartışma yarattı. Ancak 1900 yılında İsveç hükümetinin Nobel Vakfı'nı kurmasıyla, Nobel Ödülleri düzenli olarak verilmeye başlandı. Daha sonra 1968'de İsveç Bankası Alfred Nobel'in anısına bir ekonomi ödülü vermeyi kararlaştırdı, ödül ilk kez 1969'da verildi.

Sentetik bir element olan Nobelium onun anısına bu isim ile anılmıştır.

Archimedes (Arşimet) (M.Ö. 287-212)

Arşimet (Archimedes), M.Ö. 287 - 212 yılları arasında yaşamış Sicilya doğumlu Yunan matematikçi, fizikçi, astronom, filozof ve mühendis. Bir hamamda yıkanırken bulduğu iddia edilen suyun kaldırma kuvveti bilime en çok bilinen katkısıdır ancak pek çok matematik tarihçisine göre integral hesabın babası da Arşimet'tir.

Roma generali Marcellus, Sirakuza'yı kuşattığında, Archimedes adlı bir mühendisin yapmış olduğu silahlar nedeniyle şehri almakta çok zorlanmıştı. Bunların çoğu mekanik düzeneklerdi ve bazı bilimsel kurallardan ilham alınarak tasarlanmıştı. Örneğin, makaralar yardımıyla çok ağır taşlar burçlara kadar çıkarılıyor ve mancınıklarla çok uzaklara fırlatılıyordu. Hatta Archimedes'in aynalar kullanmak suretiyle Roma donanmasını yaktığı da rivayet edilmektedir. Ancak bütün bunlara karşın M.Ö. 212 yılında Romalılar Sirakuza'yı zapt ettiler ve şehrin diğer ileri gelenleriyle birlikte Archimedes'i de öldürdüler. Söylendiğine göre, bu sırada Archimedes toprak üzerine çizdiği bir problemin çözümünü düşünüyormuş ve yanına yaklaşan Romalı bir askere oradan uzaklaşmasını ve kendisini rahat bırakmasını söylemiş; ancak asker Archimedes'e aldırmayarak hemen öldürmüş. Tarihin nadir olarak yetiştirdiği bu çok yetenekli bilim adamının öldürülüşü Romalı generali de çok üzmüş.

Archimedes hem bir fizikçi, hem bir matematikçi, hem de bir filozoftur. Gençliğinde bir süre İskenderiye'de bulunmuş, burada Eratosthenes ile arkadaş olmuş ve daha sonra da onunla mektuplaşmıştır. Archimedes'in mekanik alanında yapmış olduğu buluşlar arasında bileşik makaralar, sonsuz vidalar, hidrolik vidalar ve yakan aynalar sayılabilir. Bunlara ilişkin eserler vermemiş, ancak matematiğin geometri alanına, fiziğin statik ve hidrostatik alanlarına önemli katkılarda bulunan pek çok eser bırakmıştır.

Geometriye yapmış olduğu en önemli katkılardan birisi, bir kürenin yüzölçümünün 4πr2 ve hacminin ise 4/3 πr3 eşit olduğunu kanıtlamasıdır. Bir dairenin alanının, tabanı bu dairenin çevresine ve yüksekliği ise yarıçapına eşit bir üçgenin alanına eşit olduğunu kanıtlayarak pi'nin değerinin 3 l/7 ve 3 10/71 arasında bulunduğunu göstermiştir.

Archimedes'in en parlak matematik başarılarından biri de, eğri yüzeylerin alanlarını bulmak için bazı yöntemler geliştirmesidir. Bir parabol kesmesini dörtgenleştirirken sonsuz küçükler hesabına yaklaşmıştır. Sonsuz küçükler hesabı, bir alana tasavvur edilebilecek en küçük parçadan daha da küçük bir parçayı matematiksel olarak ekleyebilmektir. Bu hesabın çok büyük bir tarihi değeri vardır. Sonradan modern matematiğin gelişmesinin temelini oluşturmuş, Newton ve Leibniz'in bulduğu diferansiyel ve entegral hesap için iyi bir temel oluşturmuştur.

Archimedes Parabolün Dörtgenleştirilmesi adlı kitabında, tüketme metodu ile bir parabol kesmesinin alanının, aynı tabana ve yüksekliğe sahip bir üçgenin alanının 4/3'üne eşit olduğunu ispatlamıştır.

İlk defa denge prensiplerini ortaya koyan bilim adamı da Archimedes'dir. Bu prensiplerden bazıları şunlardır:

Eşit kollara asılmış eşit ağırlıklar dengede kalır. 
Eşit olmayan ağırlıklar eşit olmayan kollarda aşağıdaki koşul sağlandığında dengede kalırlar: f1 · a = f2 · b 
Bu çalışmalarına dayanarak söylediği "Bana bir dayanak noktası verin Dünya'yı yerinden oynatayım." sözü yüzyıllardan beri dillerden düşmemiştir.

Archimedes, kendi adıyla tanınan sıvıların dengesi kanununu da bulmuştur. Söylendiğine göre, bir gün Kral II Hieron yaptırmış olduğu altın tacın içine kuyumcunun gümüş karıştırdığından kuşkulanmış ve bu sorunun çözümünü Archimedes'e havale etmiş. Bir hayli düşünmüş olmasına rağmen sorunu bir türlü çözemeyen Archimedes, yıkanmak için bir hamama gittiğinde, hamam havuzunun içindeyken ağırlığının azaldığını hissetmiş ve "Buldum, buldum" diyerek hamamdan fırlamış. Acaba Archimedes'in bulduğu neydi? Su içine daldırılan bir cisim taşırdığı suyun ağırlığı kadar ağırlığından kaybediyordu ve taç için verilen altının taşırdığı su ile tacın taşırdığı su mukayese edilerek sorun çözülebilirdi.

Archimedes'in araştırmalarından önce, tahtanın yüzdüğü ama demirin battığı biliniyordu; ancak bunun nedeni açıklanamıyordu. Archimedes'in bu kanunu doğada tesadüflere yer olmadığını, her zaman aynı koşullarda aynı sonuçlara ulaşılacağını göstermiştir. Archimedes, 23 yüzyıl önce, modern bilimsel yöntem anlayışına çok yakın bir anlayışla, bugün de geçerli olan statik ve hidrostatik kanunlarını bulmuş ve bu katkılarıyla bilim tarihinin en büyük üç kahramanından birisi olmaya hak kazanmıştır.

Daniel Gabriel Fahrenheit (1686 - 1736)

Daniel Gabriel Fahrenheit, ya da Gabriel Daniel Fahrenheit, 24 Mayıs 1686 Gdansk'da doğdu, 16 Eylül 1736 Den Haag'da öldü); Alman fizikçi.

Hollanda ve İngiltere gezilerinde deneysel fizik ve meteoroloji alanlarında kullanılan kimi araçların yapımını öğrendi. 1710 da yaptığı termometre başlangıç noktası olarak soğuk bir karışımın sıcaklığını bitiş noktası olarak da ağız boşluğunun sıcaklığını ilke saydı. Daha sonra bu termometreyle ölçtüğü suyun donma sıcaklığını 32, kaynama sıcaklığını da 212 derece olarak saptayarak kısaca °F simgesiyle gösterilen Fahrenheit derecesi ölçeğini ortaya koydu. 1720 termometresini daha da geliştirerek ispirto yerine ilk kez civayı kullandı. İngiltere'de, Royal Society üyeliğine seçildi. Maddenin kaynama noktasının hava basıncıyla değiştiğini gösterdi. 1721'de suyun aşırı soğuma özelliğini 1724'te de içine tuz karıştırılan suyun donma ve kaynama sıcaklıklarının değiştiğini ortaya koydu.Günümüzde İngiltere ve ABD'de sıcaklık ölçü birimi olarak kullanılmakta olan Fahrenheit derecesi ile Celcius derecesi arasında

TFahrenheit = 1,8 · TCelsius + 32 
şeklinde bir bağıntı vardır.

Enrico Fermi (1901 - 1954)

Enrico Fermi, 29 Eylül 1901 Roma'da doğdu, 29 Kasım 1954 Chicago'da öldü, İtalyan fizikçi. 1938 Nobel Fizik Ödülü sahibi.

Babası polis şefi Alberto Fermidir. İlk olarak dilbilgisi okuluna kaydoldu.Onun ilk matematik ve fiziğe olan yeteneğini keşfeden ve destekleyen babasının arkadaşlarından A. Amidei olmuştur.

1918'de Pisa Üniversitesinin bursunu kazandı. Pisa Universite'sinde 4 yıl kaldıktan sonra 1922'de professör Puccianti'den doktorasını aldı.

Bir yıl sonra 1923'de Italyan hükümetinden burs kazandı. Ve Göttingen'de professör Max Born'la birkaç ay birlikte çalıştı. Rockefeller bursuyla 1924'de Leyden'e Paul Ehrenfest'le birlikte çalışmaya gitti. Aynı yıl Floransa üniversitesinde matematiksel fizik dersleri vermek için Italya'ya gitti.

1926'da Fermi günümüzde Fermi istatistiği olarak bilinen Pauli parçaçıklarının istatistiğini keşfetti. Bose-Einstein istatistiğine göre hareket eden bozonların tersine, bu parcacıklar fermion olarak bilinir. 1927'de Fermi, Roma üniversite'sinde teorik fizik profesörü oldu. Bu görevini 1938'de Mussolini'nin faşist diktatörlüğünden kaçıp Amerika'ya göç edinceye kadar sürdürdü (Nobel ödülünü aldıktan hemen sonra).

Roma'daki ilk yıllarında kendini elektromanyetik problemlerin çözümüne ve bazı spectroskopik olayların teorik olarak açıklamasına verdi. Fakat asıl ilerlemesini çalışmalarını elektron ve atom çekirdeği üzerine yaptığı zaman gerçekleştirdi. 1934'de Beta bozonu Teorisini geliştirerek Pauli'nin radyasyon teorisi ile birleştirdi. Curie ve Joliot' un yapay radyasyonu keşfinden sonra nötron bombardımanına tutulan aşağı yukarı her elementin nükleer dönüşüme tabi olduğunu keşfetti. Bu araştırma, yavaş notronların ve nükleer füzyon'un keşfine, ayrıca o zamana kadar periyodik tabloda bilinen elementlerden farklı elementlerin bulunmasına yol açtı.

1938'de Fermi tartışmasız nötronlar konusunda en iyiydi. Bu çalışmalarına Amerika'da da devam etti. Amerika'ya varışından hemen sonra Columbia Universite'sine fizik profesörü olarak atandı. Hahn ve Strassmann'nin 1939'un başlarında füzyon'u keşfinden sonra ikincil notronların yayılma ve zincirleme reaksiyon olasılığını hesapladı. Bu çalışmalarına büyük bir istekle devam etti ve birçok deneyden sonra kontrol altındaki ilk zincirleme reaksiyonu gerçekleştirdi. Bundan sonra atom bombası yapımındaki sorunların aşılmasında önemli rol oynadı, Manhattan Projesi liderlerinden biriydi.

1944'de Fermi Amerikan vatandaşı oldu. II. Dünya Savaşından sonra 1954'de ölümüne kadar sürecek olan nükleer çalışmaları için Chicago Universite'sinden profesörlük teklifini kabul etti. Burada yoğunluğunu yüksek enerji fiziğine verdi ve pion-nucleon etkileşimi çalışmalarına öncülük etti. Yaşamının son yıllarında Fermi kozmik ışınların kaynağını araştırmakla geçirdi. Sonunda kozmik ışınların çok büyük enerji kaynakları olduğunu gösteren bir teori geliştirdi.

Söz konusu tertip nötronları, termik hızlarla yavaşlatan grafit blokları ile bir araya getirilmiş uranyum içerecek şekilde Chicago Üniversitesinin bahçesinde kurulmuştur. Nötronları soğurmak ve böylece reaksiyonun hızını kontrol etmek amacıyla, atom piline kadmiyum çubuklar yerleştirildi. Kadmiyum çubuklar yavaş yavaş çekildi ve kendi kendine devam eden zincir reaksiyon gözlendi. Ferminin bu başarısı, dünyada ilk nükleer reaktörün imali ve atom çağının başlangıcı olmuştur. Fermi 53 yaşında iken kanserden öldü. Bir yıl sonra yüzüncü element keşfedildi ve kendisinin onuruna bu element fermiyum olarak adlandırıldı.

Ona Nobel ödülü yavaş notronların yarattığı radyasyon ve nükleer enerji alanındaki çalışmalarından dolayı verildi. Fermi Laura Capon ile 1928'de evlendi. Giulio adında bir oğlu Nella adında bir kızı vardır. Boş zamanlarında yürümeyi, tırmanmayı ve kış sporlarını severdi. 29 kasım 1954'de Chicago'da öldü.

Evangelista Torricelli, (1608 - 1647)

Evangelista Torricelli 15 Ekim 1608'de İtalyanın Feanza şehrinde doğdu, 5 Ekim 1647 in Floransa'da öldü. Açık hava basıncı üzerine yaptığı deneyleriyle tanınan İtalyan fizik ve matematik bilgini.

Çocukluğunda matematiğe olan merakıyla dikkatleri çekti. 1627'de Roma'ya giderek, hidrolik biliminin kurucusu ve Galilei'nin talebesi olan Benedetto Castelli ile birlikte çalıştı. 1641'de Galilei ile mektuplaşmaya başladı. Aynı sene, Castelli nin tavsiyesi üzerine Galilei, Torricelli'yi Tuscany'ye davet etti. Galilei ile görüştükten birkaç hafta sonra, Galilei ölünce, Tuscany büyük dükü Torricelli'yi onun makamına tayin etti. 1644 yılında geometri ve mekanik üzerinde bir kitap yayınladı. Matematik sahasında mühim bir boşluğu dolduran bu kitapta aynı zamanda Galilei'nin mekanik üzerindeki ilk çalışması, birbirine bağlı cisimlerin ortak ağırlık merkezleri aşağıya doğru hareket ederken, ani hareket edebilecekleri prensibi bir neticeye bağlanıyordu. Torricelli, bu çalışmalarını yaparken açık hava basıncı üzerindeki deneylerinde de devam etti. Basınçtan faydalanarak, civa doldurulmuş tüplerle yaptığı deneyler neticesinde, deniz seviyesinde 1cm²ye düşen basıncı 1033 gr/cm² olarak tespit etti. Geometri ve mekanik alanındaki fikirlerini ise ilk önceleri kimse önemsemedi. Torricelli aynı zamanda hocası Galileİ'nin teleskobunu ve kendi mikroskobunu geliştirmeye uğraştı.

1643 Torricelli, hava basıncını ölçmek için şimdi cıvalı barometre denilen cihaz icat etti.

Farabi (Ebu Nasr Muhammed Bin Tahran Bin Uzlug) (870 - 950)

Türk asıllı İslam felsefecisi (Maveraünnehir, Farab, 870-Şam, 950).

Asıl adı Ebu Nasr Muhammed bin Muhammed bin Tahran bin Uzlug olan ve Batı kaynaklarında "Alpharabius" adıyla anılan Farabi (Türkistan’ın Farab [Otrar] kentinde doğduğu için Farabi [Farablı] diye anılır). İlk öğrenimini Farab’da, medrese öğrenimini Rey ve Bağdat’ta gördükten sonra, Harran’da felsefe araştırmaları yaptığı yıllarda tanıştığı Yuhanna bin Haylan’la birlikte Aristoteles’in yapıtlarını okuyarak gezimciler okulunun ilkelerini öğrendi. Halep’te Hemedani hükümdarı Seyfüddevle’nin konuğu oldu. Arap ülkelerinde yaşamış, Türk kimliğini ve Türk törelerini ölünceye kadar bırakmamış olan Farabi’yi anlatan kitaplar, İslam aleminde Ebul Hasan el-Beyhaki, İbn-el-Kıfti, İbn Ebu Useybiye, İbn el-Hallikan adlı yazarlar tarafından Farabi’nin ölümünden birkaç yüzyıl sonra gerçekleştirildi. Ama bu yapıtlar, birer araştırma olmaktan çok, Farabi’yle ilgili söylenceleri derliyor,bir felsefeciyle değil, bir ermişi açıklıyordu.

Aristotales’in ortaya attığı madde ve suret kavramını hiçbir değişiklik yapmadan benimseyen, eşyanın oluşumunda, yani yaradılışta madde ve sureti iki temel ilke olarak gören Farabi’nin fiziği de, metafiziğe bağlıdır. Buna göre, evrenin ve eşyanın özünü oluşturan dört öğe (toprak, hava, ateş, su) ilk madde olan el-aklül-faalden çıkmıştır Söz konusu dört öğe, birbirleriyle belli ölçülerde kaynaşır, ayrışır ve içinde bulunduğumuz evreni (el-alem) oluştururlar.

Farabi, ilimleri sınıflandırdı. Ona gelinceye kadar ilimler trivium (üçüzlü) ve quadrivium (dördüzlü) diye iki kısımda toplanıyordu. Nahiv, mantık, beyan üçüzlü ilimlere; matematik, geometri, musiki ve astronomi ise dördüzlü ilimler kısmına dahildi. Farabi ilimleri; fizik, matematik, metafizik ilimler diye üçe ayırdı. Onun bu metodu, Avrupalı bilginler tarafından kabul edildi.

Hava titreşimlerinden ibaret olan ses olayının ilk mantıklı izahını Farabi yaptı. O, titreşimlerin dalga uzunluğuna göre azalıp çoğaldığını deneyler yaparak tespit etti.Bu keşfiyle musiki aletlerinin yapımında gerekli olan kaideleri buldu. Aynı zamanda tıp alanında çalışmalar yapan Farabi, bu konuda çişitli ilaçlarla ilgili bir eser yazdı.

Farabi insanı tanımlarken “alem büyük insandır; insan küçük alemdir.” Diyerek bu iki kavramı birleştirmiştir. İnsan ahlakının temeli, ona göre bilgidir; akıl iyiyi kötüden ancak bilgiyle ayırır. İnsan için en yüksek en yüksek erdem olan bilgi, insan beyninin çalışması sonucu elde edilemez; çünkü tanrısaldır, doğuştandır (Vehbi). Bilimin ise üç kaynağı vardır: Duyu; akıl; nazar. Bilimler ikiye ayrılırlar: Kurumsal (nazari) bilimler; uygulamalı (ameli) bilimler. Ahlak, siyaset, müzik, matematik uygulamalı bilimlere girer. Toplumlarda öz bakımından ikiye ayrılırlar: Erdemli toplumlar ve erdemsiz toplumlar. Bu toplumları yöneltecek en kusursuz devletse, bütün insanlığı kapsayan dünya devletidir.

Galileo Galilei (1564 - 1642)

Galileo Galilei, (1564 - 1642), modern fiziğin ve teleskobik astronominin kurucularından olan İtalyan bilim adamı.

1564'te İtalya'nın Pisa şehrinde doğdu. Dönemi­nin tanınmış müzikçilerinden Vincenzo Galile­i'nin oğlu olan Galileo, ilk tahsilini Floransa'da yaptı. 1581'de Pisa Üniversitesinde tıp tahsiline başladı, ancak parasızlıktan okulu terk etti. 1583'ten itibaren matematiğe ilgi duyan Galileo, bu konudaki çalışmaları sayesinde 1589'da Pisa'da profesörlük elde etti.

Sarkacın, yüzen cisimlerin ve hareketin Aristo fiziğinden farklı bir düşünceyle matematiksel olarak ele alınması gerektiğine inanan Galileo, Pisa Kulesinden ağırlık düşürerek Aristo'nun yan­lışlığını açıkça gösterdi. Bu davranışı yaşlı profe­sörlerle anlaşmazlığa düşmesine sebep oldu. 1592'de Pisa'yı terk ederek, Padova Üniversitesi matematik kürsüsüne geldi.

1597'de pratikte çok faydası olan pusulayı ticari olarak piyasaya arz etti. 1600 senesinden hemen sonra ilkel bir termometre, insan kalp atışının ölçümünde kullanılmak üzere bir sarkaç ve 1604'te serbest düşüşün matematik kanunlarını keşfetti. Ancak düzgün ivmeli hareket kavramı hatalıydı. 1609'da Hollanda'da teleskopun bulunduğunu işitti. Kendisi daha ileri bir alet yaparak bunu astronomi gözlemlerinde kullandı. 1610' da aydaki dağlar, yıldız kümeleri ve Samanyolu üzerine ilk tespitlerini yayınladı. Bu arada Jupiter'in dört uydusunun varlığını bildirdi. Bu kitabı çok ilgi uyandırdı ve Floransa'da saray matematikçisi olmasını sağladı. Hemen sonra Venüs gezegeninin devreleri ve Satürn’ün şekli hakkında bilgi verirken, astronomideki Ptolemy (Batlamyus) sistemini tartıştı.

1611'de Roma'ya gitti ve oradaki Bilim Akademisi'ne üye seçildi. Floransa'ya dönüşünde hidrostatik üzerine pek çok profesörün itirazına sebep olan kitabı ile 1613'te güneş lekeleri üzerine yazdığı eserini yayınladı. Bu eserinde Kopernik sistemini açık bir şekilde müdafaa etti. Bundan dolayı papazların ağır hücumuna uğradı. 1615'te bizzat Roma'ya giderek iddiasını müdafaa eti. Ancak 1616'da Papa Beşinci Paul tarafından kitaplarını tetkik için bir komisyon kuruldu. Bu komisyon Galileo'nun kitaplarını yasaklamadı. Sadece dünyanın döndüğü iddiasından vazgeçmesini istedi.

Galileo, bir müddet bilimin pratik yönüne döndü, mikroskobu geliştirdi. Ancak 1618'de üç kuyruklu yıldızın görülmesiyle kiliseyle münakaşaya girdi. Arkadaşının Sekizinci Urban olarak Papa seçilmesinden cesaret alarak yazdığı "İki Kainat Sistemi Üzerine Konuşmalar" adlı eserini 1632'de yayınladı. Ancak kitabı daha önce yapılan uyarılarla çeliştiği söylentilerine rağmen Roma’da mahkemeye çağrıldı. 1633'te bu kitap yasaklandı ve kendisi müebbet hapse mahkum edildi.

Yetmiş yaşında hapsedilen Galileo'nun gözleri kör oldu ve 1642 yılında hapiste öldü.

Hezarfen Ahmet Çelebi (1623-1640)

Hezarfen Ahmet Çelebi, kendi geliştirdiği takma kanatlarla uçmayı başaran ilk insanlardan biri olan, 17. yüzyılda Osmanlıda yaşamış Türk bilginidir. 1623-1640 yılları arasında saltanat süren Sultan IV. Murat zamanında, uçma tasarısını gerçekleştirdiği ve geniş bilgisinden ötürü halk arasında Hezarfen olarak anıldığı bilinmektedir.

Hezarfen'in, Leonardo da Vinci'nin kuşlar üzerinde yaptığı çalışmalarından ilhamlandığı sanılmaktadır. Tarihi uçuşuna İstanbul'daki Galata Kulesi'nden başlamış ve İstanbul Boğazı'nı uçarak geçmeyi başarmıştır.

İlk uçma denemelerinde, 10. yüzyıl Türk alimlerinden İsmail Cevheri'den ilham almıştır. Cevheri'nin bulgularını iyice inceleyen ve öğrenen Çelebi, kuşların uçuşunu inceleyerek tarihi uçuşundan önce hazırladığı kanatlarının dayanıklılık derecesini ölçmek için, Okmeydanı'nda deneyler yapmıştır.

1632 yılında lodos bir havada Galata Kulesi'nden kuş kanatlarına benzer bir araç takıp kendini boşluğa bırakan ve uçarak İstanbul Boğazını geçip 6000 m. ötede Üsküdar'da Doğancılar'a inen Hezarfen Ahmet Çelebi, Türk havacılık tarihinin en kayda değer simalarından birisidir. Bu uçuş hakkındaki belgeler şimdiye kadar sadece Evliya Çelebi'nin Seyahatname'sindeki ifadesinden ibarettir.

İstanbul Kanatların Altında...Bu olay Osmanlı Devletinde ve Avrupada büyük yankı buldu ve dönemin padişahı IV. Murat tarafından da beğenildi. Sarayburnu'ndaki Sinan Paşa köşkünden bu durumu seyreden Sultan, Ahmet Çelebi ile önce çok yakından ilgilenmiş, hatta Evliya Çelebi'ye göre "bir kese de altınla" sevindirmiş, ancak bu derece bilgili ve becerikli birisinin tehlikeli olabileceğini düşünüp, "Bu adem pek havf edilecek bir ademdir, her ne murad ederse elinden gelür, böyle kimselerin bakaası caiz değil" diyerek onu Cezayir'e sürgün etmiştir. Ahmet Çelebi orada vefat etmiştir.

İsaac Newton (4 Ocak 1643-20 Mart 1727)

Sir Isaac Newton, (4 Ocak 1643 (25 Aralık 1642) – 31 Mart 1727(20 Mart 1727)) İngiliz fizikçi, matematikçi, astronom, mucit, felsefeci ve simyacıdır. Tarihteki en etkileyici bilim adamı olduğu düşünülür. Bilim devrimi ve bilimsel metod, onun adıyla anılır.

Bir çiftçi olan babası,newton doğmadan üç ay önce öldü. On iki yaşında Grantham'da King's School'a yazılan Newton, bu okulu 1661'de bitirdi. Aynı yıl Cambridge Üniversitesi'ndeki Trinity Kolej'e girdi. Nisan 1665'te bu okuldan lisans derecesini aldı. Lisansüstü çalışmalarına başlayacağı sırada ortalığı saran veba salgını yüzünden üniversite kapatıldı.

Salgından korunma amacıyla annesinin çiftliğine sığınan Newton, burada geçirdiği iki yıl boyunca en önemli buluşlarını gerçekleştirdi. 1667'de Trinity Kollej'e öğretim üyesi olarak döndüğünde diferansiyel ve integral hesabın temellerini atmış, beyaz ışığın renkli bileşenlerine ayrıştırılabileceğini saptamış ve cisimlerin birbirlerini, uzaklıklarının karesi ile ters orantılı olarak çektikleri sonucuna ulaşmıştı. Çekingenliği yüzünden Newton her biri bilimde devrim yaratacak nitelikteki bu buluşların çoğunu uzun yıllar sonra (örneğin türev ve integral hesabı 38 yıl sonra) yayımlamıştır.

Lisansüstü çalışmasını ertesi yıl tamamlayan Newton 1669'da henüz 27 yaşındayken Cambridge Üniversitesi'nde matematik profesörlüğüne getirildi. 1671'de ilk aynalı teleskobu gerçekleştirdi, ve ertesi yıl Royal Society üyeliğine seçildi. Royal Society'ye sunduğu renk olgusuna ilişkin bildirisinin eleştirilere hedef olması, özellikle Robert Hooke tarafından şiddetle eleştirilmesi üzerine Newton tümüyle içine kapanarak, bilim dünyasıyla ilişkisini kesti.

1675'de optik konusundaki iki bildirisi yeni tartışmalara yol açtı. Hooke makalelerdeki bazı sonuçların kendi buluşu olduğunu, Newton'un bunlara sahip çıktığını öne sürdü. Bütün bu tartışma ve eleştiriler sonucunda 1678'de ruhsal bunalıma giren Newton ancak yakın dostu ünlü astronom ve matematikçi Edmond Halley'in çabalarıyla altı yıl sonra bilimsel çalışmalarına geri döndü.

Cambridge Üniversitesi'nde Katolikliği yaygınlaştırma ve egemen kılma çabalarına karşı başlatılan direniş hareketine öncülük eden Newton, kral düşürüldükten sonra 1689'da üniversitenin parlamentodaki temsilciliğine seçildi. 1693'de yeniden bir ruhsal bunalıma girdi ve yakın dostlarıyla, bu arada Samuel Pepys ve John Locke ile arası bozuldu. İki yıl süren bir dinlenme döneminden sonra sağlığına yeniden kavuştuysa da bundan sonraki yaşamında bilimsel çalışmaya eskisi gibi ilgi duymadı. Daha sonra 1699'da Fransız Bilimler Akademisi'nin yabancı üyeliğine 1703'de Royal Society'nin başkanlığına seçildi.

Gelmiş geçmiş bilim adamlarının en büyüklerinden biri olarak kabul edilen Newton, matematik ve fizikte çok önemli buluşlar gerçekleştirdi. Matematikte (a+b)ª ifadesinin üstel seriye açınımını veren genel iki terimli teoremini buldu. Newton'un bilime en büyük katkısı mekanik alanındadır. Merkezkaç kuvveti yasası ile Kepler yasalarını birlikte ele alarak kütleçekim yasasını ortaya koydu. Newton hareket yasaları olarak bilinen eylemsizlik ilkesi, kuvvetin kütle ile ivmenin çarpımına eşit olduğunu ifade eden yasa ve etki ile tepkinin eşitliği fiziğin en önemli yasalarındandır.

Newton yaptığı çalışmalarda bazı hesaplamaların içinden çıkamayınca kendi bulduğu formüllere uyması için bazı varsayımlar ortaya atmak zorunda kalmıştır. Kendisi de bu varsayımların hatalı olduğunu bilmesine rağmen bunları kullanmak zorunda kalmış. İlerleyen yıllarda yapılan bilimsel araştırmalarla Newton'un bu hataları tespit edilmiştir. Ama yine de yaptığı çalışmalara kıyasla bunlar göz ardı edilmiştir.

James Watt (1736 - 1819)

James Watt (19 Ocak 1736 Greenock - 19 Ağustos 1819 Heathfield) modern buhar makinesinin geliştiricisi olan İskoçyalı mucit ve mühendistir. Endüstüriyel devrimin oluşmasında önemli rol oynamıştır.

Gemi işleten zengin bir baba ve kültürlü bir annenin oğlu olarak dünyaya gelen James; çocukken sık hastalandığı için okula devamlı gidememiş, evde annesi tarafından eğitilmiştir. 17 yaşında iken annesini kaybetmiş ve babasının işleri kötüleşmiştir. Londra'ya bir seneliğine ölçüm aletleri yapımını öğrenmeye giden Watt, Glosgow'a dönüp bu mesleği icra etmek istemişti. Fakat 7 sene çıraklık yapma zorunluluğundan, İskoçya'da başka bir ölçüm aletleri yapımcısı olmamasına rağmen, Demirciler Locası tarafından başvurusu red edilmiştir.

Watt bu durumdan, kendisine Glosgow Üniversite'sinde atölye öneren profesörler tarafından kurtulmuş, fizikçi ve kimyacı olan profesör Joseph Black kendisine hocalık etmiştir. Atölyenin açılmasından 4 sene sonra Watt buhar gücü üzerinde çalışmaya başlamış daha önce hiç görmemiş olmasına rağmen bir prototip yapmaya çalışmıştı. 1765'de Thomas Heathfield yaptığı bir model üzerinde uğraşarak buhar makinesini çalıştırmayı başardı.

1767'de kuzeni Margaret Miller ile evlenmiş ve 6 çocuk sahibi olmuştur.

Tam kapsamlı bir buhar makinesi geliştirmeye çalışan Watt'a Carron Demir İşleri şirketinin kurucusu Joh Roebuck maddi olarak destek olmuştur. Hemen başarılı olmayan tasarım maddi sıkıntıya düşünce Watt 8 sene anketçilik yapmıştır. Roebuck iflas edince, Matthew Boulton patent haklarını satın almış ve Watt ile 25 yıl sürecek başarılı bir ortaklığa imza atmıştır.

Leonarda Da Vinci (1452 - 1519)

Leonardo da Vinci, 15 Nisan 1452 - 2 Mayıs 1519 tarihleri arasında yaşamış bir İtalyan Rönesans mimarı, müzisyen, anatomist, mucit, mühendis, heykeltraş, geometrisyen ve ressamdır. En önemli yapıtları Mona Lisa (1503 - 1507) ve Son Yemek’tir (1495 - 1497).

Rönesans sanatını doruğuna ulaştırmış, yalnız sanat yapıtlarıyla değil çok çeşitli alanlardaki araştırmaları ve buluşlarıyla da tanınan, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük sanatçılarından biridir.

Hayatı

Doğduğu evLeonardo, genç bir noter olan Ser Piero da Vinci'nin ve muhtemelen bir çiftçi kızı olan Caterina'nın evlilik dışı çocuğu olarak İtalya'da, Floransa kentine bağlı Vinci kasabası yakınlarındaki Anchiano'da dünyaya geldi.

Leonardo Avrupa'daki modern isimlendirme kurallarının oluşmasından önce dünyaya gelmişti; bu yüzden tam ismi, "Vincili Piero'nun oğlu Leonardo" manasına gelen "Leonardo di Ser Piero da Vinci"dir. Leonardo eserlerini ya "Leonardo" ya da "Io, Leonardo (Ben, Leonardo)" olarak imzalamıştır.

Her ne kadar somut kanıtlar bulunmasa da, Leonardo’nun annesi Caterina'nın Piero'ya ait olan Ortadoğulu bir köle olduğu tahmin ediliyor. Leonardo’nun doğduğu yıl, babası Albiera adındaki ilk eşi ile evlendi, Caterina ile ise hiç bir zaman evlenmedi.

Leonardo’ya bebekliğinde annesi baktı, ancak bir kaç yıl sonra annesi başka biriyle evlendirilerek komşu kasabaya yerleşince Leonardo, babasının da nadiren uğradığı büyükbabasının evinde yaşamaya başladı, arada sırada Floransa’ya babasının evine giderdi. Babasının ilk eşinden çocuğu olmadığı için aileye kabul edilebilmişti ama hiç bir zaman meşru bir çocuk olarak görülmedi ve amcası Francesco dışında ailesindeki kimseden sevgi görmedi.


Andrea del Verrocchio14 yaşına kadar Vinci’de yaşayan Leonardo, büyükanne ve büyükbabasının ardı ardına ölmesi üzerine 1466’da babası ile birlikte Floransa’ya gitti. Evlilik dışı çocukların üniversiteye gitmesi yasak olduğundan üniversite öğrenimi görme şansı yoktu. Küçük yaştan itibaren çok güzel çizimler yapan Leonardo’nun resimlerini babası, dönemin ünlü ressam ve heykeltraşı Andrea del Verrocchio'ya gösterince, Verrochio kendisini çırak olarak yanına aldı. Leonardo onun yanında Lorenzo di Credi ve Pietro Perugino gibi ünlü sanatçılarla çalışma fırsatı buldu. Atölyede sadece resim yapmayı değil, lir çalmayı da öğrendi. Büyük ihtimalle eşcinsellikle de bu atölyede tanıştı. 1476’da oğlancılıkla suçlandığında yargılandı ve suçsuz bulundu. İdam korkusu ve utançla tanıştı.

Floransa’yı 1482’de terkederek Milano Dükü Sforza’nın hizmetine girdi. Dükün hizmetine girebilmek için köprüler, silahlar, gemiler, bronz,mermer ve kilden heykeller yapabileceğini anlattığı ancak göndermediği mektup bütün zamanların en olağanüstü iş başvurusu sayılır.

Leonardo, 1499’da şehir Fransızlar tarafından alınıncaya kadar 17 yıl boyunca Milano Dükü için çalıştı. Dük için sadece resim ve heykeller yapmak, festivaller organize etmekle uğraşmadı; aynı zamanda binalar, makineler ve silahlar geliştirdi. 1485 - 1490 yıllarında doğa, mekanik, geometri, uçan makineler, kiliseden kale ve kanal yapımına kadar her türlü mimari ile ilgilendi; anatomi çalışmaları yaptı; öğrenciler yetiştirdi. İlgi alanı o kadar genişti ki başladığı çoğu işi bitiremiyordu. 1490 - 1495 yıllarında çalışmalarını ve çizimlerini deftere kaydetme alışkanlığı geliştirdi. Bu çizimler ve defter sayfaları, müzeler ve kişisel koleksiyonlarda toplanmıştır. Bu koleksiyonculardan birisi de Leonardo’nun hidrolik alanındaki çalışmalarının el yazmalarını toplayan Bill Gates’dir.
En ünlü eseri: Mona Lisa1499’da Milano şehrinin Fransızlarca alınmasından sonra şehri terkeden ve yeni bir koruyucu aramaya başlayan Leonardo, 16 yıl boyunca İtalya’da
seyahat etti. Pek çok kişi için çalıştı, çoğu eserini yarım bıraktı.
İnsanlık tarihinin en iyi resimlerinden birisi kabul edilen Mona Lisa için 1503’te çalışmaya başladığı söylenir. Bu resmi tamamladıktan sonra hiç yanından ayırmamış, tüm seyahatlerinde yanında taşımıştı. 1504’te babasının ölüm haberi üzerine Floransa’ya döndü. Miras hakkı için kardeşleri ile mücadele verdi ancak çabası sonuçsuz kaldı. Ancak çok sevdiği amcası tüm varlığını ona bıraktı.

1506 yılında Leonardo, bir Lombardiya aristokratının 15 yaşındaki oğlu olan Kont Francesco Melzi'yle tanıştı. Melzi, hayatının geri kalanında onun en iyi öğrencisi ve en yakını oldu. 1490’da 10 yaşında iken korumasına aldığı ve Salai adını verdiği genç de 30 yıl boyunca onunla beraber olmuş, ancak öğrencisi olarak bilinen bu genç hiç bir sanatsal ürün üretmemişti. Leonardo, sevgilisi oldukları da sık sık iddia edilen bu iki dostla İtalya’yı birlikte dolaşmıştı.

1513 - 1516 arasında Roma’da yaşadı ve Papa için geliştirilen çeşitli projelerde yer aldı. Anatomi ve fizyoloji alanında çalışmaya devam etti ancak Papa, kadavralar üzerinde çalışmasını yasakladı.


Leonardo da Vinci’nin ölümü1516’da koruyucusu Giuliano de' Medici’nin ölümü üzerine Kral 1. Francis’den Fransa’nın baş ressam, mühendis ve mimarı olmak üzere davet aldı. Paris’in güneybatısında, Amboise yakınlarındaki Kraliyet Sarayı’nın hemen yanında kendisi için hazırlanan konağa yerleşti. Ona büyük hayranlık duyan kral, kendisini sık sık ziyaret gelir ve sohbet ederdi.

Sağ koluna felç inen Leonardo da Vinci, resimden çok bilimsel çalışmalara ağırlık verdi. Kendisine dostu Melzi yardımcı olmaktaydı. Salai ise Fransa’ya geldikten sonra onu terketmişti.

Leonardo 2 Mayıs 1519’da Amboise’daki evinde 67 yaşında öldü. Kralın kollarında can verdiği rivayet edilir ancak 1 Mayıs günü kralın bir başka şehirde olduğu ve 1 gün içinde oraya gelemeyeceği bilinmektedir. Vasiyetinde mirasının esas bölümünü Melzi’ye bıraktı. Amboise'daki Saint Florentin Kilisesi’nde toprağa verildi.

Floransa Dönemi

Leonardo’nun ilk resmiLeonardo da Vinci’nin 1466-1472 yılları arasında bilinen hiç bir eseri yoktur. Bu çıraklık döneminde atölyede boyaları karıştırdı, resimlerin küçük bazı bölümlerini boyadı. 1472’de Floransa'da bağımsız bir ressam oldu. Ancak ustasının atölyesinden ayrılmadı.

Leonardo da Vinci’nin bilinen ilk resmi 5 Ağustos 1472 tarihli "Arno Vadisi" resmidir. Leonardo’nun dehasını yansıtan bu resimde derinlik arttıkça detaylar azalır, kağıdın rengi resme hakim olur. Bu teknik daha sonra yokoluş perspektifi olarak adlandırılmıştır.


İsa’nın vaftizi tablosuLeonardo, 1471-1475 yılları arasında Andrea del Verrocchio'’ya "İsa’nın Vaftizi" adlı tablosunda yardım etti. Resmin ana unsurlarını Verrochio zaten çizmişti. Leonardo, diz çökmüş bir melek ile İsa’nın vücüdunu resmetti. Melek, Verrochio’nın çizdiği figürlerden çok daha başarılıydı. Bunu gören Verrochio’nun fırçalarına bir daha asla elini sürmediği söylenir. Gerçekten de bu tablo, Verrochio’nun bilinen son tablosudur.

Leonardo'nun1476-1478 döneminde kendi atölyesini açtığı sanılmaktadır ve bu dönemde sipariş üzerine yaptığı en az iki resim vardır.

1. Floransa döneminde çizdiği en önemli tablolardan birisi de "Aziz Jerom"'dur. Tamamlamış olsa Mona Lisa kalitesinde olacağı tahmin edilen bu tablo, günümüzde Vatikan’dadır.

Leonardo 1481-1482 arasında aldığı bir sipariş üzerine "Müneccim Kralların Tapınması" adlı tablo üzerinde çalıştı ancak 1482’de Milano Dükü’nün hizmetine girince dev tabloyu yarım bırakarak Milano’ya gitti.

Milano Dönemi

Erminli (Kakım) Kadın TablosuMilano dönemi başında yaptığı resimlerin en önemlisi "Kayalıkların Bakiresi"dir. İki versiyonu bulunan bu eserin birisi Louvre Müzesi’nde, diğer Londra Ulusal Galerisi’nde yer alır.

Kayalıklar Bakiresi’nin yarattığı ilgi üzerine ısmarlanan "Erminli Kadın", günümüze kalan az sayıdaki resminden birisidir. Polonya’daki Çartorist (Czartorisky) Müzesi’ndedir.

1490'da Sforza'nın düzenlediği festival için yaptığı “Gezegenlerin Dansı” adlı müzikli oyun, İtalya çapında ünlenmesini sağladı.

1495- 1497 arasında en önemli eserlerinden birisi olan Son Yemek üzerinde çalışmıştır. "Son Yemek", Milano’da bir manastır yemekhanesinin duvarında yer alan duvar resmidir. Maalesef, bu büyük eseri yaparken denediği karışım başarılı olmamış, eser daha 1500’lü yıllarda bozulmuştur.

Leonardo, Milano döneminde matematikle de uğraştı ve İtalyan matematikçi Luca Pacioli’ye "Altın Oran Üzerine" adlı yapıtını yazmada yardım etti.

En çok vaktini alan çalışma, dükün babası onuruna yapması istenen "Bronz At Heykeli" idi. Dünyanın en büyük at heykeli olması planlanan bu eser için Leonordo uzun süre atların anomsini inceledi. 1483’te başlayan çalışmaları sonunda 1493’te dev kil modeli hazırladı. Bronz heykel için tonlarca bronza ihtiyaç vardı. Bronzun hazırlanmasını beklerken Son Yemek üzerinde çalıştı. Heykel için gereken bronz, Sforza tarafından silah yapımında kullanıldığından bronz heykel hiç bir zaman yapılamadı. Fransızların Milano’yu işgalinden sonra kilden yapılmış olan heykel ise askerlerin hedef tahtası olarak parçalandı.

Göçebe Dönemi
Leonardo, Milano’yu terkettikten sonra Mantova’da dönemin ressamlarının eserlerini toplamaya meraklı Isabella d'Este’nin bir portresi üzerinde çalışmaya başladı ancak 1501’de Venedik’e gidince Isabella d'Este’nin tüm ısrarlarına ve mektuplarına rağmen eseri tamamlamadı.

Venedik’te Osmanlılar’a karşı kullanılmak üzere çeşitli projeler(Isonzo Vadisi’nde hareketli bir bent kurmak, Osmanlı gemilerinin altını delmek için dalgıç kullanmak gibi) geliştirdi ancak hiçbiri uygulanmayınca Floransa’ya geçti.

Bir manastır için Meryem ve Çocuk İsa Azize Anna İle Birlikte adıyla bilinen ve Londra’daki Ulusal Galeri’de bulunan taslağı hazırladıysa da Cesare Borgia’dan aldığı mühedislik teklifi üzerine bu eseri de yarım bıraktı.

Leonardo, Papa 6. Alexander’ın oğlu Cesare Borgia hizmetinde askeri mühendis olarak çalıştı, haritalar çizdi.

Cesare’dan ayrıldığı sırada II.Beyazit’a Haliç üstüne bir köprü, yeldeğirmeni inşaatı gibi projelerinden bahseden bir mektup yazdığı bilinir.

Floransa’ya döndüğünde Pisa ve Floransa arasında savaş vardı. Floransa’dan Pisa’ya akan Arno Irmağı’nın yatağını değiştirerek şehri susuz bırakmayı planladı ama bu plan başarısız oldu.

Arno Nehri yatağı üzerindeki çalışmalardan sonra Anghiarai Savaşı adlı duvar resmi üzerinde çalıştı. 1440’ta Floransa’nın Milano’ya karşı kazandığı zaferi konu alan bu resim üzerinde çalışırken karşı duvarda da Cascina Savaşı adlı resim için Mikelanj çalışıyordu. İki sanatçı arasındaki çekişme “Savaşların Savaşı” halini aldı. Eser henüz tamamlanmadan Fransa Kralı tarafından Milano’ya çağrılan Leonardo, bir süre iki şehir arasında mekik dokuduysa da sonunda resmi yarım bırakmak zorumda kaldı (Rakibi Mikelanj da Roma’ya çağrıldığı için kendi resmini yarım bırakmak zorunda kaldı.)

Milano’da saray mensupları için dekoratör gibi çalıştı, saray eğlencelerini düzenledi.Zamanla anatomi çalışmalarına döndü. Resme yeniden ilgi duymaya başladı ve Mona Lisa’yı yapmaya başladı. Bu resmi ömrü boyunca yanından ayırmadı ve tüm yolculuklarında beraberinde taşıdı.

1513’te gittiği Roma’da ihtiyar bir bilge olarak saygı görmesine rağmen Rafael ve Mikelanj’ın aksine Medici ailesinden fazla sipariş almadı. Ancak Mikelanj’ın Davut (David) adlı eserinin yerinin belirlenmesi için kurulan komisyonda yer aldı ve Mikelanj’ın isteğine aykırı olarak Floransa’daki Palazzo Vecchio önüne yerleştirilmesinde etkili oldu.

1515 yılında Fransızlar’ın Milano’yu yenmesinden sonra Guiliano de Medici kendisinden barış görüşmelerinde Fransa Kralı’na sunulmak üzere mekanik bir aslan yapma görevi verdi. Yaptığı aslan (Floransa’nın simgesi), bir kaç adım yürüdükten sonra kalbinden bir zambak (Fransa’nın simgesi) çıkarıyordu. Genç kral, kendisine hayran kaldı. Guiliano de Medici bir yıl sonra ölünce, Fransa Kralı Leonardo’yu çağırtmıştı. Son yıllarını Fransa’da geçirdi.

Bilim ve Mühendislik

Vitruvian Adamı, Leonardo'nun insan vücudunun oranları hakkındaki çalışmasıLeonardo'nun bilim ve mühendislik alanındaki çalışmaları en az onun sanatsal çalışmaları kadar etkileyici ve yenilikçidir; 13.000 sayfadan oluşan defterlerinde yeralan notlar ve çizimler sanat ve bilimi kaynaştırmıaktadır. Leonardo bu notları, etrafındaki dünyayı sürekli gözleyerek, Avrupa'da yaptığı seyahatler sırasında yazmıştır. Leonardo solaktı, ve tüm yazılarını ancak ayna ile bakılınca okunabilecek şekilde yazardı.

Leonardo'nun bilime bakış açısı gözlemseldi: bir bilinmezliği anlamak için onu en küçük detayına kadar tarif ve tasvir ederdi, teoriye ve deneylere önem vermezdi. Latince ve matematik konusunda eğitim almamış olması sebebiyle, çağdaş akademisyenler onun bilimsel çalışmalarını gözardı ettiler (oysaki Leonardo Latince'yi kendi kendine öğrenmişti).


Embriyo çalışmaları(1510)
Anatomi
Leonardo insan anatomisi konusundaki çalışmalarına Andrea del Verrocchio'nun yanında çıraklık yaparken başladı; çünkü Verrochio tüm öğrencilerini anatomi öğrenmeleri konusunda teşvik ederdi. Sanat alanında başarı kazanmaya başlayınca, Floransa'daki Santa Maria Nuova Hastanesi'nde kadavralar üzerinde inceleme yapmasına izin verildi. Daha sonra Milano'daki Maggiore Hastanesi'nde ve Roma'daki Santo Spirito Hastanesi'nde de kadavralar üzerinde çalışmalar yaptı. 1510-1511 yıllarında doktor Marcantonio della Torre ile birlikte çalıştı. 30 yılda, farklı yaşlarda 30 adet kadın ve erkek kadavrası inceledi. Marcantonio ile birlikte anatomi konusunda teorik bir çalışma yayınlamak üzere çalışmalar yaptılar, ve 200'ün üzerinde çizim hazırladılar. Ancak bu çizimler Leonardo'nun ölümünden sonra, 1580'de "Resim Üzerine Tezler" adı altında yayınlandı.

Leonardo birçok insan iskeleti çizimi yaptı, ve omurganın çift-s formunu ilk tanımlayan kişi oldu. Pelvis ve kuyruk sokumu hakkında incelemeler yaptı, ve kuyruk sokumunun 5 farklı kemikten oluştuğunu belirledi. İnsan kafatasını ve beynin kesitlerini mükemmel şekilde tariflemeyi başardı. Ciğerlerin, idrar kesesinin, cinsel organların ve hatta cinsel birleşmenin yapılarını gösteren oldukça fazla sayıda çizim yaptı. "Hamilelik mucizesiéni anlamak amacıyla fetusun anne karnındaki pozisyonu hakkında çizimler yapan ilk birkaç kişiden biridir. İnsan anatomisine ek olarak, çeşitli hayvanların anatomisi hakkında da çizimleri bulunmaktadır.

Leonardo sadece insan vücudunun yapısıyla değil, aynı zamanda fonksiyonuyla da ilgileniyordu, bu yüzden anatominin yanısıra aynı zamanda fizyoloji konusunda da çalışmalar yaptı. Fizyolojik deformasyonu olan kişilerle ilgili de çizimleri bulunmaktadır.

Anatomi alanındaki çalışmaları, yazılı tarihteki ilk robot tasarımınına öncülük etti. "Leonardo'non robotu" adı verilen tasarım büyük olasılıkla 1495 yılında yapıldı ama ancak 1950'lerde farkedildi. Kan dolaşımı hakkında bilgisi olmamasına rağmen, robota eklediği kalp vanaları sayesinde kanın tüketilmek üzere kaslara pompalanmasını sağladı. Leonardo'nun yaptığı bir çizim, 2005 yılında bir İngiliz kalp cerrahına hasar görmüş kalpleri tedavi etmek yolunda yepyeni bir yol keşfetmesi için ilham verdi. [1]

Buluşlar ve Mühendislik
Uçma konusuna duyduğu müthiş ilgi sebebiyle, Leonardo kuşların uçması hakkında detaylı çalışmalar yaptı ve aralarında 4 kişi tarafından çalıştırılabilen bir helikopter ve hafif bir hang glider da bulunan çok çeşitli uçan makineler tasarladı.


Leonardo tarafından tasarlanan ve Château d'Amboise'da bulunan zırhlı bir tank 
Leonardo'nun tasarladığı zırhlı tankın içi1502 yılında Leonardo da Vinci, Sultan II.Beyazıt için, Haliç'in girişine inşa edilmek üzere 240 metre uzunluğunda bir köprü tasarımı yaptı. Bu köprü inşa edilmedi, ama 2001 yılında Norveç'te Vebjørn Sand Da Vinci Projesi kapsamında, bu tasarımı temel alan daha küçük bir köprü yapılarak Leonardo'nun vizyonu hayata geçirildi. [[2]]

Her ne kadar savaşı insan faaliyetlerinin en kötüsü olarak nitelese de, Leonardo'nun defterlerinde askeri mühendislik alanında da çalışmalar bulunmaktadır; bunların arasında makineli tüfekler, zırhlı tank, bombalar, paraşütler gibi tasarımlar yer almaktadır. Diğer buluşları arasında bir denizaltı, dişliler kullanılarak yapılmış ilk mekanik hesap makinesi, ve yaylı bir mekanizmayla çalışan bir araba da bulumaktadır. Vatikan'da bulunduğu yıllarda güneş enerjisini kullanmak için, içbükey aynalar yardımıyla suyu ısıtacak bir tasarım yapmıştır. Her ne kadar Leonardo'nun tasarımlarının çoğu yaşadığı dönemde hayata geçirilememiş olsa da, IBM'in desteğiyle birçoğunun modelleri yapılmıştır ve Amboise'deki Château du Clos Lucé'de bulunan Leonardo da Vinci Müzesi'nde sergilenmektedir. [3]

Leonardo'nun Defterleri
Leonardo'nun defterleri temel olarak 4 farklı konuda yazılmıştır: mimari, mekanik, resim ve insan anatomisi. Bu defterler, farklı boy ve tipte birbirinden bağımsız kağıtlardan oluşmaktadır ve ölümünden sonra dağılmış olmalarına rağmen, günümüzde Louvre, Biblioteca Nacional de España, Milano'daki Biblioteca Ambrosiana, ve British Library gibi büyük kolleksiyonlarda bulunmaktadır. British Library'de bulunan defterlerin bir kısmı internette [4] adresinde incelenebilir. Codex Leicester adı verilen defter, Leonardo'nun özel bir kolleksiyonda bulunan tek büyük bilimsel çalışmasıdır, ve şu anda Bill Gates'e aittir.

Ocak 2005'te, Floransa'daki Basilica della Santissima Annunziata di Firenze'nin yanında bulunan bir manastırın gizli odalarından birinde, Leonardo'nun uçuş ve diğer bilimsel konulardaki çalışmalarını yaptığı bir laboratuvar bulunmuştur.

Louis Pasteur, (1822 - 1895)

Louis Pasteur, 1822 yılında Fransa'nın Dura bölgesindeki Dole kasabasında dünyaya geldi. Pasteur kimyager ve daha sonra bakteriyolog olarak yaşadığı çağda, tıbbın ilerlemesine çok büyük katkılarda bulundu. Fakat o tıp doktoru olmadığı için, 1800'lü yılların doktorları onun teorilerine burun kıvırıyorlardı. Pasteur buna hiç aldırmadan çalışmalarını sürdürdü, çünkü Pasteur'ün bakterilerin ya da mikropların gerçekten var olduklarına ve bunların hastalıklara yol açabileceğine olan inancı tamdı. O kendi bildiği yöntemle yaptığı işe ve kendine inancını sürdürerek araştırmalarına devam etti. Bundan sonra ise ipekböceği hastalığına ve kuduza çare buldu. Pasteur ayrıca içtiğimiz sütün bozulmasını önlemenin yöntemini de keşfetti. Burada sütü 140 (fahrenheit) derecede otuz dakika süreyle ısıtmak ve sonra hızlı bir biçimde soğuttuktan sonra sütü kapalı ve sterilize edilmiş şişelere koymak gerekiyordu. Bu yöntem sütü mikroplardan arındırmak için günümüzde de kullanılmaktadır. Bu yönteme, Louis Pasteur'ün adıyla 'Pastörize' etmek denilmektedir. Pasteur, Strasberg'li Marie Laurent ile evlendi. Birbirlerini çok seviyorlardı. Marie eşini, araştırmalarını her şeyin üstünde tutması için özendiriyordu. Bu yüzden Pasteur, laboratuar çalışmaları üzerinde yoğunlaşabiliyor ve işine gereken zamanı ve önemi verebiliyordu.

Küçük Joseph Meister kuduz bir köpek tarafından on dokuz yerinden ısırıldığında, anne ve babası yavrucağı Louis Pasteur'e getirdiler. Bu bilim insanı daha önce insan üzerinde hiç denenmemiş olan kuduz aşısını çocuğa uygulamakta tereddüt etti. Pasteur bunu ancak, kendisine gelen iki doktorun, çocuğun kuduzdan her durumda öleceğini ve başarılı olursa ilacın kuduza bir çare olabileceğini söylemesinden sonra denemeye karar verdi.

Pasteur kuduzun çaresini bulmuştu. Louis'nin aşısı küçük Joseph Meister'in hayatını kurtardı. Meister büyüdüğünde Pasteur Enstitüsü'nün kapıcılarından biri olacaktı. Çünkü Louis Pasteur'e karşı duyduğu minnet duygusu, ömrünün sonuna kadar Enstitü'de çalışmak istemesine neden olmuştu.

Pasteur kendine inanan bir insandı. Başkalarının söyledikleriyle değil, kendi doğrularıyla yaşayan ve sezgilerine güvenen bir bilim insanıydı. 1895 yılında hayata gözlerini yumduğu güne kadar son derece alçak gönüllü, gösterişiz ve sade bir yaşam sürdürdü. Yaşlılık yıllarında insanların ona gösterdikleri büyük saygı karşısında şaşkınlığa düşer ve bunu pek komik bulurdu. Bir keresinde Londra'da bir uluslarası tıp kongresine davet edilmişti. Kongre salonuna girdikten kısa bir süre sonra Pasteur kürsüye davet edildi. Pasteur'ün yüzünde hayal kırıklığına uğramış gibi bir ifade belirdi. Pasteur, "İngiltere veliaht (kral adayı) Prens'i buraya geliyor olsa gerek" dedi. "Keşke dışarda dursaydık. Gelişini de izleyebilirdik böylece." Bu içten sözler herkesi çok duygulandırmıştı. Kongre başkanı Pasteur'e "Hayır Bay Pasteur" dedi. "Gelen sizsiniz. Herkesin takdir ettiği ayakta alkışladığı insan sizsiniz."

Wilhelm Conrad Röntgen (27 Mart 1845-10 Şubat 1923)

Hayatı ve Akademik Kariyeri
Prusya'nın Lennep şehrinde (bugün Remscheid, Almanya) doğdu. Çocukluğu ve ilköğretim yılları Hollanda'da ve İsviçre'de geçti. 1865 yılında girdiği Zürih Politeknik'te üniversite eğitimi gördü ve 1868 yılında makine mühendisi olarak mezun oldu. 1869 yılında Zürich Üniversitesi'nden doktorasını aldı. Mezuniyetinin ardından 1876'da Strassburg'da, 1879'da Giessen ve 1888'de Würzburg Üniversitelerinde fizik profesörü olarak öğretim görevi yaptı. 1900'de Münih Üniversitesi Fizik kürsüsüne ve yeni Fizik Enstitüsünün Yöneticiliğine getirildi.

X Işınlarını Bulması
Öğretim üyeliği görevinin yanı sıra araştırmalar da yapmaktaydı. 1885 yılında kutuplanmış bir yalıtkan hareketinin, bir akımla aynı manyetik etkileri gösterdiğini açıkladı. 1890'lı yılların ortalarında çoğu araştırmacı gibi o da katot ışın tüplerinde oluşan lüminesans olayını incelemekteydi. Crookes tüpü adı verilen içi boş bir cam tüpün içine yerleştirilen iki elekroddan (anot ve katot) oluşan bir deney düzeneği ile çalışıyordu. Katottan kopan elektronlar anoda ulaşamadan cama çarparak, floresan adı verilen ışık parlamaları meydana getirmekteydi. 8 Kasım 1895 günü deneyi biraz değiştirip tüpü siyah bir karton ile kapladı ve ışık geçirgenliğini anlayabilmek için odayı karartıp deneyi tekrarladı. Deney tüpünden 2 metre uzaklıkta baryum platinocyanite sarılı olan kağıtta bir parlama farketti. Deneyi tekrarladı ve her defasında aynı olayı gözlemledi. Bunu mat yüzeyden geçebilen yeni bir ışın olarak tanımladı ve cebirde bilinmeyeni simgeleyen x harfini kullanarak x ışını ismini verdi.


23 Ocak 1896 yılında Röntgen tarafından çekilmiş bir radyografiBu buluşundan sonra Röntgen farklı kalınlıktaki malzemelerin ışını farklı şiddette geçirdiğini gözlemledi. Bunu anlamak için fotoğrafsal bir malzeme kullanmaktaydı. Tarihteki ilk tıbbi x ışını radyografisi de (Röntgen filmi) yine bu deneyleri sırasında gerçekleştirdi. Ve 28 Aralık 1895 tılında bu önemli keşfini resmi olarak duyurdu.

Olayın fiziksel açıklaması 1912 yılına kadar net olarak açıklanamasa da, buluş fizik ve tıp alanında büyük bir heyecan ile karşılandı. Çoğu bilim adamı bu buluşu modern fiziğin başlangıcı saydı. Amerikalı mucit Thomas Edison 1896 yılında tıpta fizik tedavide kullanılmak üzere x ışınları üreten bir aygıt geliştirdi. Ama çok miktarda X ışınlarına maruz kalındığında meydana gelebilecek sağlık sorunlarını kimse farketmedi.

Aldığı Ödüller
X ışınlarının bulmasından dolayı kıskanç diğer bilimadamları tarafından çeşitli saldırılara uğramasının yanı sıra kendisine sayısız ödül verildi. 1901 yılında tamamladığı bu araştırmaları sonucu aynı yılın fizik dalında Nobel Bilim ödüllüne layık görüldü. Ödülün tüm gelirini Würzburg Üniversitesi'ne bağışladı. Tüm insanlığın özgürce kullanabilmesi için x ışını olayının patent altına alınmasını reddetti.

Son Yılları
Karısının ölümünün dört yıl ardından 1923 yılında, I. Dünya Savaşı'nın yarattığı yüksek enflasyon ekonomisi ortamında parasız olarak, Münih'te öldü.

Wright Kardeşler

Wright Kardeşler, ilk motorlu uçağı yapan ünlü kardeşlerdir. Wilbur Wright 1867 yılında doğmuş, 1912 yılında ölmüştür. Kardeşi Orville Wright ise 1871 yılında doğmuş, 1948 yılında ölmüştür.

Ohio, Daytonlu iki bisiklet ustası olan Wilbur ve Orville Wright, 1899'da kuşların nasıl uçtukları hakkında kendilerine ipucu verebilecek herşeyi sistemli bir şekilde incelemeye başladılar. Bilimsel eserlerde ve eski insanların deneyimleri arasında kendi işlerine yarayacak hiçbirşey olmadığını kısa sürede anlayan Wright kardeşler sadece Berlin yakınlarındaki bir tepe üstünden planörle uçuş denemeleri yapan ve bu konuda çok dikkatli notlar tutan Alman mühendisi Otto Lilienthal'in çalışmaları vardı.


Orville Wright
Wilbur WrightLilienthal kuşların uçmalarını çok yakından incelediği için planörünün bir kuşu andırmasına fazla şaşmamak gerekir. Fakat o içlerinde ünlü ressam Leonardo Da Vinci'nin de olduğu birçoklarını cezbeden tuzağa, yani kuş uçuşunu temsil eden kanat çırpma olayının cazibesine kapılmadı. Lilienthal uçabilecek bir uçağın havayla temas halinde olan sabit bir kanadı olması gerektiğini gösterdi. Kararlı bir uçuşu gerçekleştirebilmek için gerekli kontrol sadece onun söylediği böyle bir kanat tarafından sağlanabilirdi ve bu konuda Wright kardeşler de onunla uyuşuyordu.

Wilbur ve Orville Wright bilimsel öğrenim görmemişler, liseden sonra yüksek bir okulda gitmemişlerdi. Fakat uçma alanındaki çalışmalarını ilerlettirken kendi bilimsel yönlerini de model uçaklar, uçurtmalar, insan taşıyan planörler ile yaptıkları yüzlerce deney sayesinde bu konuda bilimsel bir eser hazırlayacak kadar ilerlettiler. Hatta hazırladıkları 200'den çok farklı tipteki kanatları denemek için bir rüzgar tüneli dahi yaptılar. Wright kardeşlerin 17 Aralık 1903'te North Carolina'da Orville'in kontrolünde havalanan ilk uçağı aerodinamik ses teorisine bağlı kalınarak yapılmıştı.

Bu uçak iki pervaneliydi. Pilotla birlikte ağırlığı 335 kg.dı. Bu uçuşun beş tane görgü şahidi vardır. Orville birinci denemede 12 saniye uçtu. Ve sadece 37 metre mesafe katetti. O günkü son denemesinde ise, bu süre 59 saniyeye çıkmıştı ve 280 metrelik bir mesafeye uçmuştu. Daha sonra uçaklarını geliştirdiler ve 1904 yılında uçağa havada dönüşler yaptırarak, geri dönmek suretiyle kalktıkları noktaya inmeyi başardılar.

Wright kardeşler, iyi bir uçak tasarımında kanadın ani esen şiddetli rüzgarların zararlı etkisiyle sert havanın aşağı ve yukarı çekici etkisine karşın pilotun düzeltmesiyle kanadın daha uygun bir vaziyet almasını sağlayan bir mekanizma bulunması gerektiğini anladılar. Kuşları gözleyerek sert havalarda uçuş düzeylerini korumak için kanat uçlarını nasıl büktüklerini not aldılar. Kanat bükmeyi planörlerinin kanatlarının uçaklarını bir mekanizma yardımıyla eğerek taklit ettiler. Deneylerinden bunun işe yarayacağını tahmin etmişlerdir. Gerçekten de işe yaramıştır. Kanat eğmenin uçuş aerodinamiğini nasıl etkilediğini doğru bir şekilde tahmin ettiler ve anladılar.

Wright Kardeşler artık uçabilen bir uçak yaratmışlardı ama onu nasıl uçuracaklarını bilmiyorlardı. Bunu onlara gösterebilecek ne bir kitap ne de bir öğretmen vardı. Yavaş yavaş ve metotlu bir şekilde uçakla dönüş yapabileceklerinden çok zaman önce emin olmuşlardı. Daha ilk denemelerinde uçak tam bir daire dönüşünü kolaylıkla tamamlayarak havalandıkları noktanın yanına indi. Uçak dizaynı, diğerleri Wright kardeşlerinin seviyesine gelinceye kadar bir süre olduğu yerde saydı. Pilotun kanadın üzerine yatık bir şekilde durmaktan kurtarıp oturmasını sağlayacak bir yer yapılması gibi zorunlu bir takım şeyler gerekiyordu. Wright kardeşler pilotun oturabildiği bir uçak dizaynı hazırladılar. Ayrıca bir de iniş takımı yaparak kendilerini ilk uçuşlarında yanlarında taşıdıkları tekerlekli kriko ve monoraydan kurtardılar.